6 Mayıs 2012 Pazar

Suç ve Ceza'dan

Geceleri gökkuşağına boyamak mıdır suçum?
Herkes bağırırken şiirler okumak mı,
Susmak mı sözün bittiği yerde, kusmak mı sindirebildiklerinizi?
Apansız uykum kaçıyor kaç gece, bu da mı aleyhime kanıt?
Sondan saymaya başladım adları-böyle hoşuma gidiyor,
Beğenmeseler de seviyorum ellerimi,
Hep olmayacak düşler görüyorum,
Yenileceğim kavgalara giriyorum durmadan.
İtiraf ediyorum…

Silin adımı listenizden,yokum;
Aslında bir oyun olan kavgalarınızda ve aslı bir kavga olan oyunlarınızda.
Kirli sevinçlerinize ortak etmeyin beni.
Gözyaşlarınızı da paylaşmıyorum.
Yalan övgülerinize ihtiyacım yok.
Gıyabımda kesinleşmiş hükümler verin.

Bir sürgün nereye sürülebilir?
Gölgeler kelepçeye vurulur mu?
Çekilin, yürümediğiniz yollarımı kirletmeyin.!

*Suç ve Ceza - Dostoyevski




19 Mart 2012 Pazartesi

YOKLUĞUNDAN ÖLDÜ GÖNLÜM



Çocuk kucağında. Kapıyı çekmeden önce duraksadı, arkaya dönüp uzun uzun baktı. Evi hala sıcacık bir yuva gibi görünüyordu. Ona kucağını açmış, gitme der gibiydi. Geriye dönüp kapıyı hızlıca çekerken gözünden koca bir damla sızdı. Başka ne yapabilirdi ki…
Üniversitenin son yılıydı. Aynı sınıfta okuduğu Hakan’a karşı hisleri artık canına tak ettirecek kadar yoğundu. Bahar şenliğinde içtiği bir biranın da etkisiyle Hakan’ı arkadaşlarının yanından çekip konuşmuştu. Her zamanki umursamaz tavrıyla kendisinin de onu beğendiğini ama bu kadar yoğun şeyler hissetmediğini söylemişti. Hülya oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi uzaklaşmıştı Hakan’ın yanından.
Okul bitti, iş arama süreci, sınavlar, işe giriş, alışma süreci derken aradan üç yıl geçmişti. Bir gün telefonu çaldı Hülya’nın. İşteydi. Şaşkınlıktan açamadı telefonu. Bunca yıl sonra Hakan’ın numarası görünüyordu telefonda. Allak bullak olmuştu. Ama açamadı. Öyle endişelenmişti ki sesindeki sevinç ve heyecanı belli etmekten…
İşten sonra eve gittiğinde üstünü değiştirdi, yemek yedi, babasıyla biraz sohbet etti. Sürekli kaçıyordu… sonunda odasına gitti ve aradı.
“Merhaba?” şaşkındı…
“Merhaba Hülya, nasılsın? Müsaitsen bir ara görüşelim.”
“Olur…” Hala öyle şaşkındı ki daveti kabul ettiğinin bile farkında değildi.
“Tamam, ben ararım seni.” dedi ve kapattı.
Aradan günler geçti, arayan soran olmadı.
Bir ay sonra tekrar çaldı telefon. Yine işteydi. Açmak istemedi ama ertelemek, eziyeti daha da uzatmak olacaktı, o yüzden cevap verdi.
“Nasılsın?”
“İyiyim, sen?” hayal kırıklığıyla doluydu sesi ama karşıdaki bunu fark etmiyordu.
“İyiyim ben de. Müsaitsen bu akşam yemek yiyelim mi?”
“Peki.” Kabul ettiğine inanamıyordu. Tanıdığından beri hislerinin farkında olduğu halde hep umursamaz ve bencilce davranan, Hülya hep etrafında olsun ama o yine canının istediği gibi yaşasın tavrındaki bu işe yaramaz adamın teklifini böyle hemencecik kabul ettiğine inanamıyordu. Zaafı o kadar büyüktü ki karşısında eziliyor, aklı, mantığı başka türlü söylese de bir şey yapamıyordu. Her zamanki gibi Hakan gel diyordu ve Hülya gidiyordu.
Akşam buluştular. Sıkıcı sayılabilecek bir yemekti. Ama Hakan’ın tavırları her zamankinden daha kibardı. Mekanın kapısını açtı, masaya vardıklarında sandalyesini çekti, yemek boyunca “başka bir arzun var mı” gibi sorular sordu ve bitişte de hesabı ödedi.
Sonraki günlerde aralıklarla telefonu çalmaya devam etti. Hülya her seferinde buluşmayı kabul etti. Kibar davranışlarında bir inandırıcılık sorunu olsa da, beyaz atlı prensti o işte… tüm kadınların hayaliyle büyütüldüğü, hep aradığı ve evlilik çağı geldiğinde nasıl oluyorsa tam da o zamanda bulduklarına inandığı, çocuğunu doğurdukları prensiydi Hakan Hülya’nın.
Yakışıklıydı. Babası doktordu ve fena sayılmayacak bir servetleri vardı. Her zaman temiz ve düzgün giyinirdi. Çoğu espirisi zamanın komedyenlerinden çalıntı olsa da etrafındakileri güldürürdü. Bazen Hülya, insanların karizmasından ve arkadaş gruplarındaki lider karakterlerden biri olmasından dolayı herkesin onun espirilerine güldüğünden şüphe ederdi. Ama ne önemi vardı, komikti ve çok etkileyiciydi. Hiç kitap okumazdı ama sanki dünyanın tüm sırlarını biliyormuşçasına bir duruşu vardı. Futbol oynadığı için atletik bir vücudu vardı ve dik duruşu karizmasını besliyordu.
Buluşmaları fazla uzun sürmedi. Hakan evlenme teklif etti Hülya’ya. Daha annesine bile bahsedememişti ondan. Ama o kadar şaşırdı ve heyecanlandı ki hemen kabul etti.
Sonrasında ailelerin tanışması, nişan, düğün hazırlıkları derken kendisini sadece üç ayda kiralanıp döşenmiş bu evde buldu Hülya.
Hayalleri farklıydı. Evlenmeden önce birkaç yıl birlikte olmak ve tanımak isterdi bu adamı. Sonra evlerini döşerken Hakan’la birlikte seçmek isterdi mobilyaları, annesiyle değil. Ama olup bitmişti işte her şey. Hem nasıl karşı durabilirdi, o, Hakan’dı.
Sonraki aylar Hakan’ın ailesiyle haftada birkaç gün yemek, Polatlı’da yaşayan ananesini ziyaret, Niğde’deki kuzeninin düğünü derken çok hızlı geçti. Geleneksel bir ailesi olduğunu bu sayede anladı. Zaten daha evi döşerken Hülya’nın kitaplık alma isteğini çok tuhaf bulmuşlar, sonunda bir şekilde mobilyacı sipariş ettiği kitaplığı getirmemişti. O koşuşturmacada Hülya çok istese de yenisini alma fırsatı bulamamıştı. Evden getirdiği kitapları, ansiklopedileri bir süre balkonda kutuların içinde durmuş, günün birinde Hakan “bunlar ne böyle, kalabalık ediyor, götür bunları geri” deyince annesinin evine taşımıştı hepsini.
Evliliklerinde daha ilk yıldı. Hakan her hafta olduğu gibi arkadaşlarıyla maç seyretmiş ve eve içkili gelmişti. Hülya uyuyordu. Odaya girdiği gibi ışığı bile yakmadan yorganı açtı. Hülya zıplayarak uyandı. Hakan’ı görünce rahatladı. Sonra bir anda onu üstünde buldu. Canını yakarak sevişti onunla. Hülya durdurmaya, korunmadığını anlatmaya çalıştı ama dinletemedi.
Bir buçuk ay sonra hamile olduğunu anladı. Hakan’a anlattığında “iyi, doğur o zaman” dedi. Bunu o kadar sert söyledi ki Hülya tanımlayamadığı bir suçluluk duygusuna kapılıp henüz hazır olmadığını, kariyerinin bu noktasında doğurursa iş yerinde sorun yaşayacağını söyleyemedi.
Kısa zaman içinde tüm sülale hamile olduğunu öğrenmişti. Eve sürekli bebek eşyaları alınıyor ve yerleştiriliyordu. Hülya’ya kimse fikrini sormuyor, her şeyi Hakan’ın annesi ve kız kardeşleri ayarlıyordu.
Hamileliğinin altıncı ayıydı. Hülya, Hakan’ın ailesinin sürekli eve gidip gelmesinden, ona hiç fikrini sormadan evdeki eşyaları düzenlemesinden, değiştirmesinden ya da yeni şeyler almasından, doğumu yaptıracak doktoru, hastaneyi ve hatta çocuğun ismini seçmesinden o kadar bunalmıştı ki Hakan’la konuşmaya karar verdi.
Dinlemeyeceğini, konuyu değiştireceği ya da televizyonda futbol maçı bulup konuşmanın ortasında sert bir “Şşşş” ile onu susturacağını biliyordu. O yüzden yaprak sarması yaptı. Evlendikten sonra Hakan’ın surat asmaları nedeniyle annesinden öğrenmişti yaprak sarmayı. İlk denemelerde Hakan bir ısırık alıp “bu ne böyle” deyip tencerenin içine yarısı ısırılmış sarmayı fırlatmış, bir lokma daha almamıştı. Ama en sonunda tutturabilmişti. Kadınbudu köfte, haydari, salata derken bir de küçük rakı açtı. Masayı o kadar güzel donatmıştı ki canı çekti. Ama hamileydi, içemezdi. Birden üniversite yıllarında arkadaşlarıyla arada bir yaptığı kaçamaklar aklına geldi. İlk seferinde dergiden arkadaşlarıyla İstanbul’a gitmişti günübirlik. Ailesinden izin alamıyordu, o da Ayça’da kalacağını söyleyerek yataklı vagondaki İstanbul yolculuğuna katılmıştı. Arkadaşları eyleme gidiyordu. Hülya, solcu bir dergide çocuklar üzerine yazılar yazıyordu. Çocukları hep çok sevmişti. Liseden bu yana gönüllü olarak fakir semtlerdeki çocuklar için haftasonları verilen kurslara yardımcı öğretmen olarak katılıyordu. Sosyal etkinliklerde boy gösteren biri değildi ama bir şekilde ortak derslerden birinde tanıştığı solcu bir kız arkadaşı, dergide siyaset dışında sosyolojik konularda da yazı yayınlamak istediklerini, kendisinin çocuklar hakkındaki gözlemlerini yazıp yazamayacağını sormuştu. Hülya başta kabul etmedi. Ama bu fikir onu yazmaya itti ve birkaç deneme yaptı. İçine sinen bir tanesini solcu arkadaşına gösterdi. Sonrasında dergide yazan diğer kişiler de o kadar ısrar etti ki bir şekilde kendisini yazarken buldu.
Haydarpaşa garını ilk böyle görmüştü. Sabahın köründe uyku mahmuru şaşırıp kalmıştı. hep adını duyardı ama böyle estetik bir bina beklemiyordu. Gardı en nihayetinde, Ankara’dakinden ne kadar farklı olabilirdi.
Kadıköy’de kahvaltı edip deniz kenarında sigaralarını tellendirdi arkadaşları. Kendisini tam olarak bu ortama ait hissetmiyordu ama hepsi iyi insanlardı. Yanlarında kendini ezik hissetmediği tanıdığı tek insanlardı. Ama dindar babası bu insanlarla hem de İstanbul’a geldiğini duysa her halde onu bir daha okula bile göndermezdi.
Eyleme katılmaktan çok korkuyordu ama İstanbul’u bilmediğinden mecburen takip etti arkadaşlarını. Sorunsuz atlattılar ve akşam Taksim’e gittiler hep beraber. İlk rakısını burada içti. Yaptığına kendisi bile inanamayarak. O akşam herkes çok neşeliydi. Arkadaşları sırf bir eylem için bunca yol tepip geldikleri ve burada yoldaşları, eski dostlarıyla buluştuğu için, Hülya ise zincirlerini kırmak gibi bu tam olarak tanımlayamadığı duygu yüzünden…
Rakı sofrasından sonra Ortaköy’e yürüdüler. Hepsi o kadar zilzurnaydı ki ne mesafeyi ne de soğuğu fark ediyorlardı. Ortaköy’de denizden esen serin ama bir şekilde şefkatli rüzgar, uçuşan bir iki martı, denizin karanlığı… Hülya aşık olmuş gibi karnında bir yanma hissetmişti.
Sofraya buzu koyarken tüm bunlar aklından geçti ve yüzüne çocuksu, sonsuzluk gibi bir gülümseme oturdu. Hakan’ın sesiyle kendine geldi “Neye gülüyosun be?”
“Hoş geldin. Sofra hazır.” deyiverdi yakalanmışlığını örtbas etme isteğiyle.
Her zamanki gibi sessizce yediler yemeklerini. Hülya, sürekli gözünün içine bakıyordu kendisini fark etsin, bir maruzatı olduğunu anlasın diye. Hakan oralı değildi. Rakı sofrasının nerden çıktığını bile sormamış, rutinleriymiş gibi yudumluyordu içkisini…
Hülya sonunda cesaret edip “Hakan” dedi. “Sus bi, haber izliyoruz” diye tokat gibi yapıştı yüzüne cevap.
Hamilelikten dolayı değişen hormonların etkisiyle kan beynine sıçradı Hülya’nın. Yanakları al al oldu. Yine de sakince kalktı, kumandayı aldı ve televizyonu kapattı.
Hakan’ın gözleri şaşkınlıkla açıldı.
“Seninle bir şey konuşmak istiyorum.”
Hakan sessiz…
“Eşyaları annen seçti. Düğün mekanını ablan. Tatillerimize baban karar verdi, gittik akrabalarını ziyaret ettik. Hamile kaldım, çocuğun ondasını gene annen seçti. Ama lütfen, bari yavrumun adını ben koyayım.” Sesi titremişti. İçinden hüngür hüngür ağlamak geliyordu ama iyi aile kızıydı Hülya. Nerde ne yapması gerektiğini bilirdi ve şimdi de ağlamayacaktı.
“Ne diyosun sen be? Git seç, ne yapıyosan yap, bana ne soruyosun?”
“Hakan…” dedi hayal kırıklığıyla.
“Sus, sus iki dakka. Yoruldum zaten. Televizyon izlicem.” Dedi. Kumandayı alıp bir futbol kanalı açtı ve kumandayı evlendikten sonra edindiği göbeğine koydu.
Ağlamıyordu Hülya. Ama boğazından da bir şey geçmiyordu. Bir süre elinde çatal, öylece kaldı. Sonra kalktı, odasına gitti, yatağa uzandı ve saatlerce ağladı. Hüngür hüngür, bağıra bağıra ağladı.
*
Mustafa bir aylıktı. Ölü dedenin adını taşıyan biricik oğlu bir aylıktı. Hakan tuvalete kalkmıştı. Telefonu başucundaydı. Telefonun sesiyle zıpladı Hülya. Erkan diye biri arıyordu. Hülya açtı. Karşıdaki ses “Canım, kusura bakma bu saatte aramak zorunda kaldım.” dedi. Bir kadın sesiydi. Hülya o kadar şaşırdı ki panikle telefonu kapatıp yerine koydu. Birkaç saniye sonra mesaj sesini duydu. Sırtını dönmüş yatıyor ve ne yapacağını bilemiyordu. Hakan banyodan çıkıp yatağa döndü. Ne telefonun çaldığını ne de mesaj sesini duymuştu. Öylece uyudular o gece.
Sonraki günlerde Hülya belli etmeden Hakan’ın telefonunu kurcalıyordu. Ama ne bir arama kaydına ne de mesaja rastladı. İçi içini yiyordu. Bir taraftan Mustafa ile uğraşıyor bir taraftan ne yapacağını düşünüyordu.
Hakan’ın yine geç saatte sarhoş geldiği bir gece Hülya kendini tutamadı ve onu itmeye başladı. Bunca zamandır susturulmanın, umursanmamanın öfkesi öyle bir patlıyordu ki hiçbir şey düşünemiyor sadece eyleme geçiyordu. Kanıt bulamamıştı ama aldatıldığından emindi. Hakan hiçbir zaman ilgili değildi ona karşı. Bir tek an bile sevildiğini hissetmemişti. Ama son birkaç aydır eve geç gelmeleri artmıştı ve sanki mümkünmüş gibi Hülya’yı eskisinden de çok yok saydığını bir şekilde belli ediyordu. “Nerdeydin” diye öyle bağırıyordu ki apartmandaki herkes ayağa kalkmıştı. Kavga böyle başladı. Sonra Hakan saatlerce dövdü Hülya’yı. En sonunda komşuların çağırdığı polis kapıya dayanınca durdu. Alt kattaki Sevgi teyze polisle birlikte daldı eve ve Mustafa’yı kaptığı gibi kendi evine götürdü. Karşı komşu karı koca daldılar içeri ve Hülya’yı çekip dışarı çıkardılar. Polis de Hakan’ı götürdü.
Hastanedeyken doktorlar şikayet etmesini, adlı kayıt açtırmasını söylediler. Hülya şoktaydı. Sustu. Annesi ağlayarak girdi odaya ve boynuna atladı kızının. Canı yandı. Her yeri çürük içindeydi. Sadece inleyebildi. O kadar çaresiz hissediyordu ki annesini, çok istediği halde teselli  edecek birkaç kelime bile söyleyemedi.
Babası saçını okşayıp “bir şey olmaz kızım, evlilikte olur böyle şeyler, kocandır, döver de sever de” deyince Hülya gözlerini kaldırıp uzun uzun baktı. Gözleriyle yalvarıyordu, beni bari siz anlayın der gibiydi. Ama kendisi bile fark etmedi bunu. Babası, eli hala kızının saçındayken karşı duvara bakıyordu. Ezberlemiş gibi “her evde olur böyle şeyler, sağa sola duyurmamak lazım” diyordu. Hülya ağlayamadı bile. Hak verdi babasına ve başını önüne eğdi.
*
Mustafa bir buçuk yaşındaydı. Hülya o kadar mutluydu ki. Her günü işten koşarak çıkıp Mustafa’ya kavuşmanın, onunla oyunlar oynamanın hayaliyle renkleniyordu.
Hakan yoktu. Vardı ama evde kimse fark etmiyordu onu. Mustafa’yla Hülya’nın renkli, neşeli, oyunlarla dolu dünyası, Hakan’ın bir uydu kadar bile olamayacağı kadar neşeliydi. Zaten eve bazen hiç çoğunlukla da geç geliyordu. Hülya artık bırakmıştı sormayı. Yemeğini yiyip televizyon karşısında birasını içerken sızsa diye dakika sayıyordu her akşam.
*
Gece saat üç sularıydı. Kapı gürültüyle açıldı. Ayakkabılarını çıkarışından gelenin Hakan olduğundan emin olunca Hülya kafasını yastığa koydu tekrar. Odaya gürültüyle girdi ve Hülya’ya saldırdı. Önce saçından tutup yataktan aşağı düşürdü. Sonra pijamalarını yırttı. Hülya can havliyle komodinin üzerindeki lambayı alıp kafasına vurdu ve sürünerek ayatağın üstüne çıktı. Hakan’ın başı kanıyordu ve “orospu karı, ben nası işe gidicem bu kafayla, allah belanı versin manyak karı” diye söylenerek banyoya gitti. İçerden Mustafa’nın ağlaması duyuldu. Hülya bir süre yerinden kalkamadı. Sonra yırtık pijamasının önünü kapatmaya çalışarak Mustafa’nın yanına gitti, kucağına aldı, sıkıca sarılıp ağlaya ağlaya salladı bebeğini.
*
Taksiye bindi. “Aşti’ye gidelim” dedi. Bulduğu ilk İstanbul otobüsüne atladı. Yol boyunca Mustafa’yla birlikte uyudular. Kavacık’ta otobüsten inince yine bir taksiye atladı ve “Ortaköy’e” dedi bu kez.
Cami, ihtişamıyla yerinde duruyordu. Martılar sanki neşeyle çığlık atıp kanat çırpıyordu. Etrafta bir sürü insan vardı bu kez. Rüzgar geldi, montunun altından girip kazağındaki boşlukları bularak tenine işledi Hülya’nın. Derin derin içine çekti havayı. Hırsla gülümsedi önce. Sonra sakinleşti. Aklına bağlama ve flütün birlikte çaldığı o nefis melodi geldi. Sonra Seha Okuş dertli dertli söylemeye başladı. Hülya eşlik etti “başa geldi, olmaz işler, binbir dertle doldu gönlüm” diye. Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı, yüzü huzurla doldu.


Gand

10 Eylül 2011 Cumartesi

ŞİİR

Ara ara aklıma gelir, dinlerim Filistin Günlüğü'nü. Eskilerin deyimiyle beste-güftenin tam bir ahenk arzettiği ender şarkılardandır bence.

Yıllar sonra, sözler kime ait diye merak edip araştırınca Sivaslı şair Mecit Ünal'la karşılaştım. Hoş bir tesadüf oldu. Şiirlerini nasıl sonlandırdığını okuyunca paylaşmak farz oldu:


DEVİNME
...
o zaman mühre kazıyorum yüzümü hiçbir şey bitmiş değil
ve hiçbir şey de yeniden başlamıyor deniz yarı dalgalı
deniz yarı dalgalı ve batıp çıkan bir keman
ne ses var
ne de yay
yerin yedi kat dibinde
alnını siliyor madenci

(Ara)
bir ses
sonra bir ses daha
sessizlik/kreşendo/kararma

–damarı nerden bulursanız
kazmayı ordan vurursunuz.

YİNELEME
...
enflasyon –yasa gücünde kararname –sıkıyönetim
–vur emri
...
sabahları erken kalkıyoruz artık
dünyanın bir yanı karanlıkken
bir yanı her zaman aydınlık.


ZAMANDIŞI
 ...
Gazeteleri okumanın anlamı yok.Gözlerimizi kapasak da kanın rengi kırmızı.)

2 Haziran 2011 Perşembe

YOL


:) Bişi farketmiyor. Hayat akıyor gidiyor, sen üzüldüğünle ya da sevindiğinle kalıyorsun. Karar almıyorum,  hiçbir şey yapmıyorum. Kendi bataklığımda boğulmak dışında, ondan da pek şikayetçi değilim... Sevdiğim insanlar olsun etrafımda yeter... 

Gerçekleri gördükçe geri çekiliyorum. Müdahil olmamak için kafamda çözümler üretiyorum. Pasifleşiyorum. Beklentisizleşiyorum. 

Artık beklentiler, hayallerden çok kabulleniş var. En zoru da buymuş... 

Ne olacak? Diye soruyor içimdeki cinler. Cevap net: hiç... 

Aslında ne olması gerekiyorsa, hayat denen "gücün" keyfi ne istiyorsa o olacak... Güçlüler, şerefsizler, iş bilenler kazanacak, pasifler, beklentisizler, iyi insanlar kaybedecek ve bu böyle sürüp gidecek.  
Kaybedenler hayatta kalmaya çalışacak. Bu arada kendine sahte mutluluklar yaratıp yaratmamak sana kalmış. Bazen eğleniyorum ve hoşuma gidiyor. Çoğunlukla hissizim. Sinirleniyorum, bir şeylere içerliyorum bazen ama sinirimi birilerine akıtmaktan çok bunları içimde çözmek ve yenmekle geçiyor zamanım.  

Mideme vuruyor gerçekler... Çocukluğum, şimarıklığım, haddimi bilmezliğim... Oyunu kuralına göre oynadığım zamanlarmış yakın geçmişim ve başarılıymışım da... Çünkü ben de kendini kandıran bir zavallıymışım, şu an neredeyse acıyarak baktığım bir çok insan gibi...  

Acımak... Anında kendine acımaya dönüşüyor. Çünkü acıdıklarının ilkelliği ile nasıl da hayat dolu, neşeli olduğunu ve bunu kendilerine iş edindiklerini görüyorsun. Ama bunun da bir önemi yok. Çünkü neysen osun ve başka bir şey olamazsın.  

Kabulleniş... Rahatlatıyor... Fırtınalar devam edecek... Depremler daha çok sallayacak ama hissediyorum, şiddeti sürekli azalıyor... Gittiğim yer, yalnızlık ve kendimce bilgelik... İstiyor muyum? Kesinlikle hayır... Direnebilir miyim? Faydasız...  

Yani hayat nereye istiyorsa oraya götürüyor seni... Dindeki gibi bir kadere hala inanmıyorum. Ama bir yol var ve neredeyse baştan belli... Nereye gidersen git sen sensin... Demek ki yolun kendisi misin?

15 Ocak 2011 Cumartesi

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ...



Mayıs 1993...ODTÜ…Stadyum'daki Cem Karaca konseri öncesiydi..."Çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman..."

Gracias A La Vida

27 Aralık 2010 Pazartesi

YANKI'DAN NOTLAR 1


Aslı Erdoğan Kırmızı Pelerinli Kent'te ne demiş benim için:
...
Yaşam, bütün kayıtsızlığı ve alaycılığıyla akıp giderken, o yalnızca gerçeğin korkunç çölünde kişisel bir gözlem kulesi yapmıştır. çatlak tahtalarından rüzgarlar dolan, sallantılı, uğultulu bir kule... Sonuçta, eline kalem alan herkes şu soruyla fazlasıyla boğuşmak zorundadır: GERÇEĞİN NE KADARINA DAYANABİLİRİM?
...
Yalnızca tek şey adına güvenli suları terk eder, kendi köklerimizi keseriz. Adem'in uğruna ölümsüzlüğü teptiği tek şey: BİLİNMEYEN...

***
Hermann Hesse'ye uzatıyoruz mikrofonu. İkimiz için söyleyecekleri varmış:

Ahlakçı tutum, şimdiye kadar acı çekmekten başka işime yaramadı. Söylemek istediğimi doğru dürüst söyleyemiyorum. Hem tanrı hem şeytan denecek bir tanrının varolması gerektiğini düşünebiliyor musunuz? Zamanın böyle bir tanrı varmış

***
Aslı Erdoğan'la Hermann Hesse'ninkileri birleştirirsek, öğretilmiş ahlakı geride bırakıp kendi bilinmeyen gerçeğimi aramaya koyuldum ve şimdilik yolun sonuna geldim. Romantik olmadığım, hayallerimden vazgeçtiğim anlamına gelmiyor. Dünyanın ucuna vardığımda dayandığım sınırların yalnız kendiminkiler olduğunu farkettim ve duvarın etrafından dolandım. Bulduğum çocuk, daha önce hayal bile edemeyeceğim kadar saf, neşeli ve yaşam doluydu. İşte kendi bilinmeyenimin tadını çıkarmanın romantizmi var bende. Yaşam son 10 yıldır beni şaşırtamıyordu. Artık hemen her şey beni şaşırtıyor. Sanırım göz nakli yaptım kendi kendime... kendi yarattığım gözlerle değiştim tanrının armağanı olanı... ne haddime? benimki çocukça bir oyun işte...kimsenin kaybetmediği, kazanmanın esamesinin okunmadığı. işte bu gerçek serüvendir. En azından benim hikayemde...

Yankı

20 Aralık 2010 Pazartesi

BU TOPRAĞIN ŞARKILARI....


Ermeni müziğinin babası olarak kabul edilen Gomidas Vartabed, 1869 yılında Kütahya’da doğdu. 1 yaşında annesini, 10 yaşında babasını kaybeden Gomidas, ruhban okulunda eğitilmek üzere 12 yaşındayken Ermeni kilisesinin merkezi olan Eçmiadsin’e gider. Kısa süre içerisinde sesinin güzelliği, yeteneği ve müziğe olan sevgisiyle okulun en bilgili müzik adamı olarak, okula müzik öğretmeni olarak atanır. Ermeni müziği konusunda araştırmalar yapar ve kendisini yenileme isteğinden dolayı 1896 yılında Berlin’de eğitim almaya gider. Almanya’da önemli müzik adamlarından eğitim alan Gomidas, burada verdiği konferanslarla, konserlerle geniş çevrelerce tanınmaya başlar ve yeni kurulan Uluslararası Müzik Cemiyeti’ne öğrenci olarak kabul edilen tek kişi olur.

Ülkeye geri döndüğünde müzikle ilgili çalışmalarına hız vermeden devam eder ve gerek yakınındaki insanlar aracılığıyla gerek kendisi bizzat köy köy dolaşarak binlerce şarkının-türkünün derlemesini yapar, besteler yapar, çoksesli müzik konusunda önemli çalışmalar yapar. Bu arada sadece Ermeni müziği üzerine araştırma yapmaz, aynı zamanda Türk, Kürt, Arap, Fars, İbrani ve Balkan müziği konusunda da uzman seviyesine yükselir. O dönem Türkler arasında da büyük bir saygınlık kazanmış olan Gomidas’ın verdiği konserleri Enver ve Talat Paşa’nın da beğeniyle izlediği, Halide Edip Adıvar, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Emin Yurdakul gibi şair ve yazarların davetlerine katıldığı, Şehzade Abdulmecit Efendi’nin kendisine büyük hayranlık beslediği ifade edilir.

Ve…Şehzade Abdulmecit Efendi’ye, Talat ve Enver Paşa’ya verdiği konserlerden sadece birkaç hafta sonra, 24 Nisan 1915’te, istanbul’daki 200’ün üzerinde tanınmış Ermeni aydın, sanatçı, doktorla birlikte tutuklanır ve Çankırı’ya doğru sürgüne gönderilir. Birilerinin devreye girmesiyle 9 Mayıs’ta İstanbul’a geri döner ancak 15 günlük süre içerisinde yaşadığı travmaları atlatamaz. Sürgüne gönderildiği 1915’ten Paris’te bir psikiyatri hastanesinde öldüğü 1935 yılına kadar geçen süre kapkaranlıktır Gomidas için…1915’ten önceki 20 yılda (özellikle Berlin’e gittikten sonraki çalışmaları) önemli çalışmalara imza atan, haklı uluslararası bir üne kavuşan, binlerce derleme, beste yapan Gomidas, sonraki 20 yılda ise ne tek bir nota yazar, ne bir şarkı söyler, ne yeni birşeyler üretebilir ne de çevresindekilerle iletişim kurar…

16 aralık Perşembe akşamı Lütfi Kırdar’da “Gomidas’a Saygı-Bu Toprağın Şarkıları” adlı etkinlik vardı. Geniş bir katılımın olduğu tamamen dolu salonda Gomidas’ın şarkıları seslendirildi. Barkovizyon görüntüleri eşliğinde hayat hikayesi anlatılan Gomidas’ın şarkılarını, İstanbul Ermeni koroları (Karasun Mangants Korosu, Lusaroviç Korosu, Shakyan Korosu, Vartanants korosu), bas, bariton, tenorlar, Aşkın Ensemble, BGST, Şevval Sam ve Aynur seslendirdi, Kemanlar, viyolalar, viyolenseller ve piyanolar ise o eşsiz müziğe ses verdiler. Şarkılar arasında bildiğimiz şarkılar, melodiler de vardı, ilk defa duyduklarımız da vardı…Ama hepsi tanıdıktı, çünkü tıpkı bizim gibi, tıpkı Gomidas gibi, onlar da bu toprağın sesiydi…


Gracias A La Vida

"ÜÇÜNÇÜ ŞAHSIN ŞİİRİ"


Bu ülkede güzel yaşlanmak niye bu kadar zor diye düşünüyordum. Gençlik yıllarında veya olgunluk dönemlerinde yaptıklarıyla, yarattıklarıyla, söylemleriyle sevgi, beğeni toplayan, hayranlık uyandıran kişiler yaşlandıkça hem ürettikleriyle hem de söylemleriyle hayalkırıklığı yaratabiliyor, sevenlerinin ağzında buruk bir tat bırakabiliyor. Kimisi iyi bir müzisyen veya şair olmanın hayatta her alanda kendisine söz hakkı verdiğini düşünerek din-siyaset-tarih gibi aslında belirli bir birikim gerektiren alanlarda mesnetsiz fikirler beyan edebiliyor (Bkz.Cem Karaca, Erkin Koray, vb) kimisi de zamanında ürettikleriyle literatüre önemli katkıda bulundukları alanlarda fikir beyan ediyor ancak iyicene uçlarda söz söylereyek ilgi çekmeye çalışıyor (Yalçın Küçük, vb.). Bu düşünceler kafamda uçuşurken, sahneden “Elimden tut, yoksa düşeceğim / yoksa bir bir yıldızlar düşecek…” dizeleriyle “Yağmur Kaçağı” okunmaya başlanmıştı. Beni yaşlanmayla ilgili bu düşüncelere iten de içinde Tilbe Saran’ın, Bülent Emin Yarar’ın olduğu bu etkinliğe koşa koşa gelmeme sebep olan da Attila İlhan’dı. Şiirleriyle geçen yüzyılın önemli bir kısmında geniş kitleleri etkileyen, hatta genç yaşında Nâzım’dan övgü alan, şiirle ilgilenen hemen herkesin bir şiirini, dizesini bildiği bir şairdir Attila İlhan. İyi ki türkçe biliyorum, anlıyorum dedirten sebeplerden biridir. Ancak son yıllarında şiirleriyle değil de tarih ve siyaset programlarıyla televizyonlarda görünüyordu. Her gördüğümde, dinlediğimde ne gerek var ki buna diye üzülüyordum…

Bir ara o ünlü şiirindeki “Pia”nın kim olduğuyla ilgili olarak Met-Üst’ün “Pia, meğer -Pakistan international Airlines- imiş” esprisine “Ancak, bir öküz bu şiiri böyle yorumlayabilirdi” çıkışı da bende bir burukluk yaratmıştı. Ece Ayhan tarafından “Sıkı şair” olarak sunulan, o dönemde bir edebiyat dergisi çıkaran biri olarak Met-Üst’ün bu şiiri gerçekten bu şekilde anlamış olması mümkün olabilir miydi?

Neyse, ben bu tür durumlarda sevdiğim kişileri sevdiğim-bildiğim halleriyle hatırlamayı tercih ediyorum, bu nedenle Attila İlhan da hep başucumda olacaktır. Bu sadece benim için değil çoğu insan için de böyledir diye düşünüyorum, çünkü o şiirler bu ülkenin ortak belleğine silinmemek üzere kaydedilmişlerdir. “Il Postino” filmindeki postacı Mario Ruoppolo şair Pablo Neruda’ya “Şiir yazana değil, ihtiyacı olana aittir” dememiş miydi(!) Uzun yıllar önce ben de ihtiyaç duyduğumda, hiç tereddütsüz (!) yanımda olan “Üçüncü Şahsın Şiiri”yle yazımı sonlandırayım…


ÜÇÜNCÜ ŞAHSIN ŞİİRİ


Gözlerin gözlerime değince

Felaketim olurdu, ağlardım

Beni sevmiyordun, bilirdim

Bir sevdiğin vardı, duyardım

Çöp gibi bir oğlan, ipince

Hayırsızın biriydi fikrimce

Ne vakit karşımda görsem

Öldüreceğimden korkardım

Felaketim olurdu, ağlardım


Ne vakit Maçka'dan geçsem

Limanda hep gemiler olurdu

Ağaçlar kuş gibi gülerdi

Sessizce bir cigara yakardın

Parmaklarımın ucunu yakardın

Kirpiklerini eğerdin, bakardın

Üşürdüm, içim ürperirdi

Felaketim olurdu, ağlardım


Akşamlar bir roman gibi biterdi

Jezabel kan içinde yatardı

Limandan bir gemi giderdi

Sen kalkıp ona giderdin

Benzin mum gibi giderdin

Sabaha kadar kalırdın

Hayırsızın biriydi fikrimce

Güldü mü cenazeye benzerdi

Hele seni kollarına aldı mı

Felaketim olurdu, ağlardım



Gracias A La Vida

11 Aralık 2010 Cumartesi

MASAL PINARI...



9 Aralık Perşembe akşamı Garajistanbul’da Pınar Selek’e destek etkinliği vardı. “Hâlâ tanığız platformu” tarafından düzenlenen ve çok sayıda sanatçı tarafından da aktif bir şekilde desteklenenMasal Pınarı - Devlet İnsanı Sadece Canını Alarak Öldürmez" adlı etkinliğe öğrencisinden sanatçısına katılım o kadar genişti ki Pınar’ın destekçileri salona sığmadı. Kalabalık dolayısıyla dışarıda uzun bir süre bekledikten sonra salona girebildik. Pınar’a ithafen yazılmış bir şarkı ile başlayan etkinlik, Pınar’ın röportajlarından, kitaplarından ve savunmasından alıntıların okunduğu kısa bir video gösterisi ve sanatçıların Pınar’ın masallarını okuduğu oyunla devam etti…

Pınar’ın yapılanlar, ısrarla yapılmak istenenler hakkında o kadar çok yazıldı ki; burada tekrar etmeye niyetim yok; ilginenenler Pınar Selek ile dayanışma içinde olan arkadaşları tarafından hazırlanan siteden, Bianet’ten, Amargi’den, Yıldırım Türker’in yazılarından okuyanı hayretler içinde bırakacak bırakacak bu sürecin detaylarına ulaşabilir. 12 yıllık kâbus gibi geçen bu sürece rağmen, Pınar’ın hâlâ masallar yazıyor olabilmesi, halen daha hayata olan inancını yitirmemesi, halen daha gülebilmesi; “Bu hayatı bir masal gibi yaşamak istiyorum. Tabii mutlu sonla biten bir masal” diyen Pınar’la ona isnat edilen suçun ne kadar uzak olduğunu duyuruyor tüm dünyaya. İşte bu yüzden “Hep tanığız ve hâlâ adalet bekliyoruz” diyoruz ve son sözü yine Pınar’a bırakıyoruz…Işığıyla aydınlatıyor, sözleri bizlere rehber oluyor…

“Biz gerçekten masallara inanan çocuklardık. Çünkü güzel şeylerin olabileceğine inanan bir ortamda yetiştik. Bugün beni hâlâ ayakta tutan, o zamanki ruh halim…Saflıkla, dürüstlükle devam ettiğinde mutlaka mucizelerle karşılaşıyorsun. Benim zor bir hayatım oldu ama hiç mucizesiz kalmadım.

Eğer masal duygusunu yitirirsen, sürekli gerçekliğe tosluyorsun ve çoğu zaman gerçekliğin içinde sürükleniyorsun. Sevgilerimiz, arzularımız, duygularımız tüketim makinesinin içine akıp başka şekillere bürünüyor ve bize yabancılaşıyor. Böyle yaşamaya devam edemeyiz. Mutllu olmak için, özgürlüğe, adalete alan açmalıyız. Gücümüz neye yetiyorsa, onu yaparak…Kimimiz yol açarız, kimimiz maskeleri düşürürüz, kimimiz de başka şeyler…Umutlu ya da umutsuz olmak bir şey değiştirmiyor. Emek harcayınca, güzellikler de büyüyor. İnsanlar değişiyor, çok heyecan verici özgürlük deneyimleri yaşanıyor. Sadece bunun için bile uğraşmaya değer…”


Gracias A La Vida

5 Aralık 2010 Pazar

ADALET TALEP EDİYORUZ...


Evimin yakınlarında, Kartal’da, dünyanın en büyük Adalet Sarayı inşa edilmektedir. Avrupa’nın en büyük Adalet Sarayı’nın yapımı da Çağlayan’da devam etmektedir. Her iki bina da bitme aşamasında. Yani, yakın gelecekte ülke olarak Avrupa’nın ve dünyanın en büyük adalet saraylarına sahip olacağız. Diğer taraftan da,



-Hrant Dink davasında; çocuktan katil üreten muktedirlere nazire yaparcasına katilden çocuk yaratılmaktadır. Ogün Samast, çocuk mahkemesinde yargılanacak…



-Pınar Selek davasında; bilirkişi raporlarına, Pınar Selek’i suçlayan kişinin sonradan ifadenin işkence altında alındığını defalarca söylemesine ve bu kişinin beraat etmiş olmasına rağmen; Pınar Selek müebbet hapis cezasıyla karşı karşıya...



-"Hayata Dönüş" operasyonuyla ilgili davada; üzerinden geçen 10 yıla rağmen operasyona katılan komando erler dışında kimseye dava açılmadı...



-Babasıyla birlikte evinin önünde öldürülen 12 yaşında Uğur kaymaz davasında; Uğur Kaymaz’ı öldürmekle suçlanan dört polis beraat etti...



-Kemal Türkler davasında; 30 yıl önce öldürülen DİSK liderinin davası zamanaşımına uğradı...Dava 26 yıl sürdü...




Daha büyük adalet saraylarına değil, daha çok adalete ihtiyacımız var...Hrant için, Pınar için, Uğur için ve diğerleri için adalet talep ediyoruz....






Gracias A La Vida


23 Kasım 2010 Salı

BİDESEN



yeşil bir deniz 
uçuyor duvarlardan
içeriye yıkılıyor
camlardan sarhoş bi rüzgar

zemin,
düşen bir tarla
beyaz gölgeler 
içimde çemberler çiziyor
beklenti.

batan bir dünya bu
yıpranmış çamların ardında 
her bir evin kafa tasında
fırıl fırıl dönüyor kör bir öfke
batan bir dünya bu.. 

bir kuşkuyu alıyor ellerime
batan bir dünya bu 
etime...

yanıp yok oluyor bir cümle 
tümce doğuruyor
bense bi desenden başka bir şey değilim
balık sırtına çizilmiş

batan bir dünya bu 
batmış etime
yağmur sonu birikintilerinde yüzen bir balık
sırtına çizilmiş
batan bir dünya bu 
batmış etime

bense balık sırtına 
çizilmiş bi desenden
bi de senden bi desene
bi de sensen


sen desenden başka bişiysin.


yırtıldıkça bütün mavilerin turuncuları
kayboluyorsun bu gölgelikte
sonsuzluktan bahseden gölgelerde
ölülerin sesleri sonsuz 
ardıç kuşunu susturacak kadar
ölülerin nabzı yok 
ardıç kuşunu susturacak kadar
sessiz ve derinden 
sessiz ve kimsesiz
kör bir öfke.


kör bir öfke;
çatılarını uçuruyor evlerin
tsunamiler yaratıyor.
ışığın hükümdarlığı sarıyor 
tüm yeryüzünü


evrendesin...


batan bir dünya bu
çırpındıkça batan bi rüya bu
detone detone haykırışlarına karışan
güya bu


SİYA SİYABEND