23 Kasım 2010 Salı

BİDESEN



yeşil bir deniz 
uçuyor duvarlardan
içeriye yıkılıyor
camlardan sarhoş bi rüzgar

zemin,
düşen bir tarla
beyaz gölgeler 
içimde çemberler çiziyor
beklenti.

batan bir dünya bu
yıpranmış çamların ardında 
her bir evin kafa tasında
fırıl fırıl dönüyor kör bir öfke
batan bir dünya bu.. 

bir kuşkuyu alıyor ellerime
batan bir dünya bu 
etime...

yanıp yok oluyor bir cümle 
tümce doğuruyor
bense bi desenden başka bir şey değilim
balık sırtına çizilmiş

batan bir dünya bu 
batmış etime
yağmur sonu birikintilerinde yüzen bir balık
sırtına çizilmiş
batan bir dünya bu 
batmış etime

bense balık sırtına 
çizilmiş bi desenden
bi de senden bi desene
bi de sensen


sen desenden başka bişiysin.


yırtıldıkça bütün mavilerin turuncuları
kayboluyorsun bu gölgelikte
sonsuzluktan bahseden gölgelerde
ölülerin sesleri sonsuz 
ardıç kuşunu susturacak kadar
ölülerin nabzı yok 
ardıç kuşunu susturacak kadar
sessiz ve derinden 
sessiz ve kimsesiz
kör bir öfke.


kör bir öfke;
çatılarını uçuruyor evlerin
tsunamiler yaratıyor.
ışığın hükümdarlığı sarıyor 
tüm yeryüzünü


evrendesin...


batan bir dünya bu
çırpındıkça batan bi rüya bu
detone detone haykırışlarına karışan
güya bu


SİYA SİYABEND

17 Kasım 2010 Çarşamba

ANAHTAR


yasanması gereken anlardı. yasandı
yasamak anlamak degildir ancak
yasamadan anlasılmaz

düsündügün düsünülmüsse de coktan
düsünmeden yaptıkların olmasa
yasamın anlamı olmaz


Özer Bal

11 Kasım 2010 Perşembe

"SAĞLIK OLSUN" AMA HERKES İÇİN...


Griple mücadele halindeyim, hastayım ve bitkinim. İnsan hasta olunca bütün diğer dertlerini-tasalarını unutuyor, hastalığın önemli olup olmadığına bakmaksızın sağlıklı günlerinin düşlerini kuruyor, sağlıklı insanlara özeniyor. Hele bir de birkaç gün sonra planladığı bir tatil programı varsa hastalık iyicene can sıkıcı olabiliyor. Artık o an tek isteği olabiliyor; hastalık nedeniyle çektiği ağrı-sızı bir an önce son bulsun, tamamen iyileşsin de ne olursa olsun. Ağrının bitmesi isteniyor ama bir taraftan da ağrı aslında vücudun savunma mekanizmasıdır. Vücudun bu kısmında problem var diye sürekli sms gönderme halidir. Ancak, bu süreklilik insanın canını sıkıyor, ne bileyim “Tamam bir kere bir sorun var dedin, sürekli de hatırlatmana gerek yok, her saat başı hatırlatsan ne olur” diye düşünmeden kendimi alamıyorum açıkçası…

Canımı sıkan bir diğer konu da modern tıp ne kadar ilerlenirse ilerlensin şu grip denen illete hâlâ çare bulunamamasıdır. Bu kadar kolay bulaşması ve yaygın olması aslında tedavisinin de kolay olması gerektiğini düşündürtüyor bir yandan. Ama yüzyıl önce sırf bu hastalıktan milyonlarca insanın ölmesi de bir taraftan ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor. Derdim; birkaç günlük öksürük, ateş, eklem ağrısından yola çıkarak modern tıbba eleştiri getirmek değil ama grip dışında da günlük hayatımızda karşılaştığımız sağlık problemleri ister istemez modern tıbba dair bildiklerimi sorgulamama yol açabiliyor…

MR çektirmek için o kocaman makinenin içinde hareketsiz kalmam gerektiği söylendiğinde, “Bu ne böyle, bunun daha az yer kaplayan, modern hali yok mudur” sorusunu sormuştum. Geçtiğimiz yıllarda internette dolaşan, on yıllar önce bir bankanın bilgisayarlı sisteme geçişinin reklamı olan kocaman bilgisayar fotoğrafı gelmişti aklıma. Acaba, yıllar sonra bu MR cihazları da aynı muameleyi görür mü? Ya da ülser-reflü-gastrit gibi mide hastalıklarındaki en kesin tanı yönteminin hâlâ boğazdan sokulan bir boru yoluyla yapılan endoskopi olması da bu çağ için şaşırtıcı gelmiştir hep. Bir taraftan bu yöntemler kullanılırken ve grip(!) hâlâ geniş kitlelerin problemi olabiliyorken diğer taraftan da insan klonlanmasının tıbben mümkün olabileceğine dair haberlerin çıkması hayattaki eşitsiz gelişmenin tıpta da bütün yoğunluğuyla var olduğunu gösteriyor. Tabii ki, insan klonlanabiliyorsa grip de mutlaka yok edilmiş olmalıydı diye bir koşul yok ama yine de tıptaki gelişmelerin farklı hızlarda ilerlediğine dair önemli bir gösterge gibime geliyor. Zaten dünyanın değişik ülkelerindeki ortalama yaşam sürelerinin farklı olması da bunun işareti ancak bazı ülkelerde onlarca yıl önce kökü kazınmış bir hastalığın daha yoksul ülkelerde halen daha binlerce can alması bu eşitsizliğin daha derin boyutlarda olduğunu gösteriyor.

Bu eşitsiz gelişmenin kökeninde milyarlarca dolarlık büyüklükleriyle ilaç firmalarının tercihlerinin payı yok mudur acaba? Neticede, kâr maksimizasyonu yapmak isteyen şirketlerden bahsediyoruz. Hayır, burada bazı hastalıkların çaresinin aslında bulunduğunu ancak ilaç satışı yapmak için bilinerek engellendiğini, bazı hastalıkların tamamıyla laboratuvarlarda üretilen virüsler yoluyla insanlara bulaştırıldığı, sonrasında da tedavisine yönelik ilaçların piyasaya sürülerek milyonlarca dolar kâr edildiği gibi internet alemine özgü spekülatif, bilgiye dayanmayan komplo teorilerinden bahsetmeyeceğim. Bu komplo teorilerini bir yana bırakırsak bazı alanlarda diğerlerine göre daha hızlı yol alınmasında veya bazı alanlarda hiç yol alınamamasında ilaç firmalarının tercihleri de etkili olabilir mi? Örneğin; AIDS’in ilk görülmeye başladığı dönemlerde eşcinsellerle Afrikalılara has bir hastalık olduğu, dolayısıyla bu “sapkın” veya “ikinci sınıf insanların” hak ettikleri cezayı buldukları Katolik kilisesinin önemli savlarından biri değil miydi? Bu dönemde bu hastalığın tedavisine ayrılan fonların çok küçük olmasında bu köktendinci görüşün çok önemli payının olduğu öteden beri söylenegelmektedir. Neticede, ekonomik olarak bir değer ifade etmeyen, ihmal edilebilir-gözden kolaylıkla çıkarılabilir ve hatta olmasalar daha iyi olacak bir hasta hedef kitlesinden bahsediyoruz. Ne zaman ki, hastalık beyaz-zengin-orta sınıf şahsiyetlere de bulaşmaya başladı, sorunun geniş kitleleri ilgilendiren bir sorun olduğu gerçeği kabullendi ve büyük fonlarla bu yönde tıbbi çalışmalar hız verilerek belirli bir noktaya gelindi. Aynı şekilde, halk arasında kene ısırması sonucu ölümü olarak bilinen Kırım Kongo kanamalı ateşi hastalığının etkili olduğu coğrafyanın çok dar olmasının bu hastalığa ayrılacak bütçenin, karşılığında elde edilecek getiriyi aşmasına neden olacağı için bu hastalıkla ilgili olarak yeterince çalışma yapılmadığı da ifade edilmektedir. Ülke olarak her yaz onlarca kayıp vermekteyiz kene ısırmasına oysa.





O zaman akla şu soru gelmektedir: İnsan sağlığı söz konusu olduğunda muhatap; sürekli "fizibıl " olanı arayan ve maliyet minimizasyonu –kâr maksimizasyonu ekseninde çalışan şirketler mi olmalıdır yoksa vatandaşların özgür ve sağlıklı bir birey olarak hayatlarını devam ettirmesini sağlama görevi olan devlet mi olmalıdır? Bu arada ülkemizde bu sorunun cevabı son yıllardaki sağlıktaki dönüşüm politikalarıyla net bir şekilde verildi. Çokça örnekten sadece biri; ülkemizde SSK’nın daha ucuza ilaç üreten birimi kapatıldı ve ilaçlar şu anda özel sektördeki ilaç firmalarından temin edilmektedir. Sağlık politikalarında şirket mantığının olmadığı en iyi örnek, taraflı tarafsız hemen herkesin hem fikir olduğu, Küba’dır. 50 yılı aşkın süredir ambargo altında yaşama zorunda bırakılan bu küçük ülke, çocuk ölüm oranlarının düşüklüğü, aşılamalarla birlikte tamamen yok edilen hastalıklar, bazı hastalıklar konusunda dünyada önemli bir tedavi merkezi olması, gerek eğitmen olarak gerek doğal afetlerde yardım etmek amacıyla tüm Latin Amerika’ya verilen doktor desteği düşünüldüğünde tıp alanında dünyanın önde gelen ülkelerinden biridir. Kıt kaynaklarına rağmen sağlık alanında Küba’nın bu kadar başarılı olmasının nedeni, diğer ülkelerden farklı olarak yaptığı insana ve insan sağlığına bakış açısıdır. Devletin harcama kültürü ( Daha çok silah alımı mı, daha çok sağlık harcaması mı) de buna göre planlanmıştır. Çünkü, yaşama hakkı temel bir haktır ve statüsünden, sınıfından, cinsiyetinden, yaşından, ekonomik durumundan bağımsız olarak her insan gerektiğinde hiçbir bedel ödemeden tıbbi destek alabilmelidir. Devlet nasıl ki, insanların sokaklarda birbirlerini öldürmesini engellemek için vatandaşın can güvenliğini sağladığı iddiasıyla polisiye tedbirler alıyorsa, sağlık güvencesi olmayan hasta bir vatandaşının da TV programlarında ünlü şahsiyetlerin yardım kampanyaları sonucu elde edeceği gelirle tedaviye muhtaç olmasını engelleyecek sağlık politikaları geliştirmek zorundadır. Polisiye tedbirler aslında çoğunlukla direkt bir tehdit olmadan da sürekli vardır ancak ölümcül hastalık gibi artık insanın can güvenliğini direkt olarak tehdit eden ve sonucu neredeyse kesin olan bir konuda devletin tepkisiz kalması aslında devletin “can güvenliği”nden anladığıyla bizim anladığımız arasında büyük bir fark olduğunu ortaya çıkarmaktadır.

Modern tıp, şirketlerin tekelinde yönetilen önemli bir “sektör” olmaya devam ettiği müddetçe sıradan vatandaşın tedaviye ulaşma ihtimali de o kadar zor olacaktır. Bazı hastalıklar araştırma alanından çıkacak, bazı hayatlar ihmal edilebilecektir. Hastalıklar-ölümler istatistiki birer data olarak hayatımızda yer alacaktır. Kararlar bu datalara göre alınacaktır. Bu arada insanlar hayatlarını kaybedecektir. Bu alanda yaşam hakkının temel oluşturduğu bir dönüşüm esastır. Bu dönüşüm için ne gerektiği konusunda sözü, genç yaşta ölümüyle hepimizi kedere boğan, “Şair Ceketli Çocuk” Kazım Koyuncu’ya bırakıyorum. Ölmeden çok kısa bir süre önce Umay Umay ile yaptığı röportajda, Umay Umay’ın “Tıp’la ilgili ne düşünüyorsun” sorusuna verdiği cevap bütün bu sistemi çok güzel bir şekilde özetlemektedir…

“Bir kere masum sempatilerinden bahsetmem lazım. Özellikle Türkiye'de herkes doktorlara sempati duyarlar. Ben hâlâ öyleyim. Sistemle ilgili konuşursak işler bozuluyor. Ya da bilimle ilgili konuşursak… Bilim, tıp sistemin bir parçası olursa eğer -ki öyle- benim için çok da fazla bir şey ifade etmiyor. Yine devrimcilik meselesi Umay, bence iyi bir bilim adamının da devrimci olması gerekiyor. Hayatı yönlendiren, etkileyen, değiştiren insanların devrimci olması lazım, sistemin bir parçası değil. Bilimin ışığına hep inandım ama tıp bende hayal kırıklığı yarattı. Her şeyin sadece bir standart olduğunu görmek dayanılmaz bir şey. Bu standartlar içinde hastalığımı beğenmedim…….Bir kanser panelinde şunu söyledim; vicdan ve cesaret bilimde yoksa benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Sadece bilgi yetmiyor. Bilginin vicdanla sınanması gerekiyor artık. Dediğim gibi devrimci olmaları, normal algının ötesine geçebilmeliler. Bu olmadığı sürece kimse tıptan fazla medet ummasın. Tabi ki önemli tıp, böbreğin ağrıması, diş ağrılarının durdurulması, acısız tedaviler ama özünde başka şeyler de var. Hayatı sonsuzlaştırsınlar, tıp ölümü yok etsin demiyorum fakat….hayatı politikacılar yönlendirmiyor ki Umay. Doktorlar, sanatçılar, mühendisler..,bunlar yönlendiriyor hayatı. Aptallar Aptallar sadece yönetiyor.”



Gracias A La Vida

5 Kasım 2010 Cuma

5 KASIM'I HATIRLAYIN




V: Good evening, london. Allow me first to apologize for this interruption. I do, like many of you, appreciate the comforts of every day routine- the security of the familiar, the tranquility of repetition. I enjoy them as much as any bloke. But in the spirit of commemoration, thereby those important events of the past usually associated with someone's death or the end of some awful bloody struggle, a celebration of a nice holiday, ı thought we could mark this november the 5th, a day that is sadly no longer remembered, by taking some time out of our daily lives to sit down and have a little chat. There are of course those who do not want us to speak. I suspect even now, orders are being shouted into telephones, and men with guns will soon be on their way. Why? Because while the truncheon may be used in lieu of conversation, words will always retain their power. Words offer the means to meaning, and for those who will listen, the enunciation of truth. And the truth is, there is something terribly wrong with this country, isn't there? Cruelty and injustice, intolerance and oppression. And where once you had the freedom to object, to think and speak as you saw fit, you now have censors and systems of surveillance coercing your conformity and soliciting your submission. How did this happen? Who's to blame? Well certainly there are those more responsible than others, and they will be held accountable, but again truth be told, if you're looking for the guilty, you need only look into a mirror. I know why you did it. I know you were afraid. Who wouldn't be? War, terror, disease. There were a myriad of problems which conspired to corrupt your reason and rob you of your common sense. Fear got the best of you, and in your panic you turned to the now high chancellor, adam sutler. He promised you order, he promised you peace, and all he demanded in return was your silent, obedient consent. Last night ı sought to end that silence. Last night ı destroyed the old bailey, to remind this country of what it has forgotten. More than four hundred years ago a great citizen wished to embed the fifth of november forever in our memory. His hope was to remind the world that fairness, justice, and freedom are more than words, they are perspectives. So if you've seen nothing, if the crimes of this government remain unknown to you then ı would suggest you allow the fifth of november to pass unmarked. But if you see what ı see, if you feel as ı feel, and if you would seek as ı seek, then ı ask you to stand beside me one year from tonight, outside the gates of parliament, and together we shall give them a fifth of november that shall never, ever be forgot.

2 Kasım 2010 Salı

FRAGILE


“Bi kurtuluş varsa eğer oyunu ciddiye alan ve geride ne varsa unutan çocuğun mucizevi unutuşunda gizli. Bu yıldızlar altında binlerce kere oynanmışsa da o oyun farketmez artık. Bambaşka ancak böyle oynanabilir.. Kör bi inanç belki, ama bi zamanlar ne de olsa vardı bu yıldız tozu içimizde…”


Yıldız tozu çok kıymetli olduğu için "hayata çaktırmamak" gerekiyor varlığını. Çocuğun masum ve kırılgan yüreği bir istiridye kabuğunun içinde güvende ve saat tiktaklarının Momo için duracağı güne dek orada koruyacak hazinesini.

Çocuk yüreğini kilitlerken istiridyeye, kör inançlarını da dipsiz bir dehlize fırlattı attı. Çünkü o inançlar istiridyeyi parçalayıp yürekte tek zerre yıldız tozu kalmayana dek zarar verecek denli güçlü bir şaşkınlık içinde oldular her zaman.

İnsan değişiyor. İnsan hep aynı kalıyor. Geçmiş kabuk bağlatıyor yumuşak, kaygan öze. Savaş, her ama her şeyi değiştirebilirken hayatta kalanların yalnız gözlerindeki yaşam isteği aynı kalıyor. Yeni bir ormanın özsuyu oluyor gözler. Orman aynı değil ama yine orman… savaş geride kalıyor ve hayat, savaş atlattı diye mağdurlara daha iyi davranmıyor. Gözlerindeki yaşamla yola devam ediyorlar. Dramatize etmeden, kendince… yaşam, kaynağını yüksek dağlardaki fırtınalardan alan azgın bir nehrin suyu kadar taze, lezzetli ve aslında sade.

Yaşam akıp gidiyor. Sen bir süzgeçe dönüşüyorsun. Geçirgenliğin yerine sabitliyor seni. Köklerin zaten sımsıkı yapışmışken toprağına, gelen fırtınalar seni sadece güçlendiriyor. Çocukluğun da bu sayede kalıyor güvenli kabuğunda.

Masalları kendi yaratıyor insan. Emekle, zamanla… bir dantel gibi işleyerek. O halde neden bu acele? Bırakıyorsun, hayat akıyor, peşinden kovalayanlarla birlikte içinden geçip gidiyor. Biliyorsun ki masallar nehirde değil onun beslediği toprağın derinliklerinde. Kökler derine gittikçe Simyacı’nın başladığı çoban barınağına dönüyor aslında.

Bir masal yaratmak isteyen yeni bir dünyaya gebedir. Emek, zaman yani sabır besliyor filizlenen yaşamı...

"Kuş, yumurtadan çıkmaya savaşıyor.Yumurta dünyadır. Doğmak isteyen, bir dünyayı yoketmek zorundadır. Kuş Tanrı’ya doğru uçuyor, Tanrı’nın adı Abraxas’tır."


Gand