27 Eylül 2010 Pazartesi

BİR BAŞKA 11 EYLÜL: 11 EYLÜL 1973- ŞİLİ



Aslında 11 Eylül tarihine denk gelecek bir yazı yazmayı planlıyordum ancak o dönem fırsat bulamadım. Konunun tarihselliği de düşünüldüğünde her daim güncel olan bu konuyu bugün de gündeme getirebileceğimizi düşünüyorum.

Nasıl ki, 1980 yılından itibaren, 12 Eylül sadece yılın bir gününü belirten sıradan bir tarih olmayıp idamlar, gözaltılar, tutuklamalar ve işkencelerle birlikte büyük bir toplumsal dönüşüme işaret ediyorsa, 2001 yılından itibaren de 11 Eylül, sıradan bir tarihe denk düşmemektedir. Kısaltmaları seven Amerikalıların 9 / 11 olarak ifade ettiği saldırılar, o ana kadar çok sayıda savaşa katılmasına rağmen hiçbirini kendi toprağında yaşamayan ABD’liler tarafından şaşkınlık ve korkuyla karşılanmıştı. Amerikan televizyonlarının “US under attack” başlığıyla verdiği saldırıların bilançosu çok ağırdı; binlerce insan katledilmişti.

11 Eylül 2001 herkesler tarafından çokça konuşulduğu için biz başka bir 11 Eylül’e işaret edeceğiz. 11 Eylül, 2001 yılındaki saldırılara “isim” olmadan uzun yıllar önce, 1973 yılında, dünya tarihi açısından yine çok önemli olan bir olayın yaşandığı bir tarihe denk düşüyordu. Yine ABD’nin içinde olduğu ancak bu sefer mağdur olarak yer almadığı bu diğer 11 Eylül; 1973 tarihinde, ABD, CIA ve uluslar arası şirketlerin desteğiyle General Pinochet’nin Şili’de askeri darbe yaparak, seçimle iş başına gelen Sosyalist Salvador Allende’yi katletmesi, yönetimi devralması ve bir askeri diktatörlük kurmasıdır.

11 Eylül 1973 tarihine kadar gelen süreci kısaca hatırlamak gerekirse; 1970 yılında seçimle iş başına gelen sosyalist Allende hükümeti, kritik sektörlerde kamulaştırmalar yapmış, bu da başta ABD olmak üzere uluslar arası sermaye çerçevelerinde korku yaratmıştı, bu dönemlerde ülkede yaşatılan kaosa rağmen, Allende hükümeti 1973 yılındaki seçimlerde de galip gelmiş ve iktidardaki yerini perçinlemişti. Ancak, ülke içindeki ve dışındaki muhaliflerin desteğiyle 11 Eylül 1973 yılında General Pinochet darbe yaptı. Allende’nin içinde bulunduğu Başkanlık sarayı La Moneda önce bombandı (Yazının başındaki resim), sonra da saraya birlikler girdi ve Allende katledildi (Alttaki resim Allende’nin son resmidir). Ardından 17 yıl süren bir diktatörlük dönemi başladı. Bu dönemde binlerce insan öldürüldü, işkenceden geçirildi, sürgün edildi. Bulutsuzluk Özlemi’nin daha güzel şarkılar yaptığı dönemde ürettiği ve “El pueblo unido jamas sera vencido” sloganlarının yükseldiği “Şili’ye Özgürlük” şarkısı hem bu darbeyi hem de süreci çok güzel bir şekilde anlatmaktadır.





Aralarında 28 yıl olan her iki 11 Eylül arasındaki bağlantı da “İşçi sınıfının şairi” Ken Loach tarafından kuruldu. Ken Loach, “11'09''01 - September 11” filminde kendine ait kısa filmle bu konuya değindi. Söz konusu film, yine 9/11 kodlamasına gönderme yapılarak, 11 ayrı yönetmenin kendi bakış açılarıyla 11 Eylül saldırılarını anlattığı ve her biri 11 dakika 9 saniye süren birbirinden bağımsız 11 kısa filmden oluşmaktaydı. Ken Loach’ın yaptığı kısa filmde, 1973 yılındaki darbeden dolayı İngiltere’de sürgünde yaşayan Şili’li bir göçmen, 2001 saldırısını yaşayan Amerikalılara, kendi ülkesinin 11 Eylül’ü olan 11 Eylül 1973 yılındaki darbeyi anlatıyordu. Amerikalılara çok acı sonuçları olan bir başka 11 Eylül daha olduğunu hatırlatıyordu. (Bu arada söz konusu filme dahil olan en radikal kısa filmin ABD’li aktör Sean Penn’den gelmesi ise ilginç bir ayrıntı olarak dikkat çekmektedir).

Darbenin yapıldığı 11 Eylül sabahı Allende ulusal radyodan halkına son kez seslendi. Allende’nin darbeye karşı tavrına, bu ortamda dahi yaptığı konuşmaların içeriğine, verilen mesajlara, iyiye ve güzele dair olan inancına bakarsak ne kadar benzersiz bir liderle karşı karşıya olduğumuzu kolayca görebiliriz. İşte, bugünlerde Latin Amerika’daki gelişmeleri hayranlıkla izleyenler kişilerin “Nasıl oluyor bütün bunlar?” sorusunun cevabının bir kısmı da Allende’nin bu son konuşmalarında yatmaktadır. Bugünün demokrasi kahramanları Avrupalı ülkelerinin sömürgesinden kurtulmak için yüzlerce yıl mücadele edip bağımsızlıklarını kazanan, ancak sonraki dönemlerde de ABD’nin hemen yanı başlarında olması nedeniyle her olumlu gelişmeleri darbelerle, provokasyonlarla kesintiye uğrayan, bıkmadan usanmadan darbelerle mücadele eden; neticede yüzlerce yıllık mücadele geleneği olan, Allende gibi liderlerin olduğu bir coğrafyadan söz ediyoruz. 11 Eylül’de yaptığı son konuşmasıyla sözü Allende'ye bırakıyoruz...

“Dostlarım,

Hiç şüphe yok ki, bu sizlere seslenmek için son fırsatım. Hava Kuvvetleri Magallanes Radyosu’nun vericilerini bombaladı.

Sözlerim sitem değil, hayal kırıklığı taşıyor. Umarım, kendi sözlerine ihanet edenlerin utancı olurlar… Şili’nin askerleri, birer unvandan ibaret başkomutanları, kendi kendini Donanma Komutanı ilan eden Amiral Merino, daha dün Hükümet’e sadakatini sunan, bugün ise kendini Carabinero’ların (paramiliter polis) başı ilan eden General Mendoza…

Bu koşullarda, sözlerim sadece işçilere: Teslim olmayacağım!

Bu tarihi dönemeçte, halka olan sadakatimin bedelini hayatımla ödeyeceğim. Ve onlara, binlerce Şilili’nin tertemiz vicdanına serptiğimiz tohumların kuruyup gitmeyeceğinden şüphem olmadığını söyleyeceğim.

Güçlüler ve bize üstün gelecekler, ancak toplumsal dönüşümler ne suçla ne de güçle bastırılabilir. Tarih bizimdir, tarihi toplumlar yapar.

Ülkemin emekçileri, adalete olan büyük özleminizin ancak bir sözcüsü olan, Anayasa’ya ve kanunlara bağlı kalacağına söz vermiş bu adama gösterdiğiniz sadakat için teşekkür ederim. Sizlere seslenebildiğim bu son anda, yaşadıklarımızdan ders çıkartmanızı diliyorum: Yabancı sermaye, emperyalizm, gericilikle birlikte Silahlı Kuvvetlerimizin kendi geleneğini bozmasına varan koşulları hazırladılar. Bu geleneğin kurucuları General Schneider ve Komutan Araya da, bugün dışarıdan aldıkları destekle kendi çıkarlarını ve imtiyazlarını korumaya çalışan aynı sosyal kesimin kurbanlarıdır.

Esas olarak size sesleniyorum, ülkemin mütevazı kadınları, bize inanan köylü kadınlarımız, çocuğunu esirgediğimizi bilen anneler… Size sesleniyorum Şili’nin fikir işçileri; kapitalist toplumun avantajlarından bahsedip duran meslek örgütleri ve sendikalar tarafından yaratılan kargaşaya karşı çalışmaya devam eden yurtseverler… Size sesleniyorum, ülkemin gençleri, öğrencileri, şarkılarını söyleyenler, bize neşelerini ve mücadele ruhunu verenler… Size sesleniyorum Şili’nin insanları, işçiler, köylüler, aydınlar, zulüm görecekler; ülkemizde faşizm saatlerdir iş başında. Harekete geçmesi gerekenlerin sessizliği karşısında terörist baskınlar yapıyor, köprüleri havaya uçuruyor, demiryollarını kesiyor, gaz ve petrol borularını imha ediyorlar. Suçludurlar. Tarih onları yargılayacaktır!

Hiç şüphe yok ki Magallanes Radyosu susturulacak. Sakin ve metalik sesim sizlere ulaşamayacak. Sorun değil. Sesimi duymaya devam edeceksiniz. Her zaman yanınızda olacağım. En azından, onurlu ve ülkesine sadık bir adam olarak hatırlanacağım.

Halkım kendini savunmalı ancak kurban etmemelidir. Halkım, kendisinin yok edilmesine veya kurşunlarla delik deşik edilmesine izin vermemeli, ancak aşağılanmaya da müsaade etmemelidir.

Ülkemin işçileri, Şili’ye ve yazgısına inanıyorum. Başka insanlar, ihanetin galebe çaldığı bu karanlık ve acı anı yenecekler. Siz de bunu bilerek ilerlemeye devam edin; er ya da geç, o büyük caddeler tekrar açılacak ve özgür insanlar yeni bir toplum oluşturmak için o caddelerden yürüyecekler.

Yaşasın Şili! Çok yaşa halkım! Yaşasın işçiler!

Bunlar benim son sözlerim, fedakârlığımın boşuna olmadığından eminim. Sonunda, en azından, suçu, alçaklığı ve ihaneti cezalandıracak bir ahlak dersi olacak”



Gracias A La Vida


23 Eylül 2010 Perşembe

PAPAZI DÖVDÜRMEYECEKTİK...



Gazetelerde ve televizyondaki bir haber dehşet uyandırdı özellikle beyaz yakalı dostlarımızda. Burada içki içiliyor diye Tophane’deki beş sergi basılmış, saldırganlar biber gazı, bıçak, kırık şişeler, demir sopalar ve coplar kullanarak yerli ve yabancı katılımcılara saldırmıştı. Katılımcılar hastaneye kaldırılmış ve galerilerin camları kırılmıştı. Sonuç açıktı: Hızla modern-laik Türkiye çizgisinden uzaklaşıyorduk, yaşam alanımız daralıyordu, gelecekte kadınlar sokakta dahi dolaşamayacaktı, hiçbir yerde içki içilemeyecekti.

Öncelikle, birkaç gün önce sergilenen insanlık dışı bu şiddet gösterisine hiçbir ön koşul koymadan, hiçbir şerh düşmeden tepki duyduğumuzu, yaşam alanımıza müdahale anlamındaki her türlü zorba girişime karşı olduğumuzu belirtelim ki, meramızı daha iyi anlatabilelim. Devamında, söylenme düzeyinde de olsa, sessizce de olsa beyaz yakalıların bu linç girişimine tepkide bulunmasını ülke adına iyi bir gelişme olarak değerlendirdiğimizi belirtelim. Bize mutluluk hissi veren bu gelişmeyi aklımızda tutarak, tepkilerin bize pek de normal gelmeyen bir tarafını ele almaya çalışalım.

Olayı aktaranların yüz ifadelerine, ses tonlarına baktığımızda hayatında ilk defa UFO görmüş insanla karşılaştığınız hissine kapılıyorsunuz. Olaylar öyle bir şaşkınlıkla aktarılıyor ki, sanki bu ülkede ilk kez bu şekilde bir saldırı olmuş, sanki ilk kez korunaksız insanlar linç edilmeye çalışılmış ( Yukarıda düştüğüm şerhi burada tekrar hatırlamakta fayda var: Olaylar dehşet verici ve şiddetin yaygın olması / hep var olması, şiddeti sıradanlaştırmamalı, şaşırma –tepki koyma hissimizi elimizden almamalı). Oysa yakın tarihimize bakabilseydik, bu saldırıdan daha ağır sonuçlar üreten ünifomalı-üniformasız çok sayıda saldırının olduğunu, sırf öteki olduğu için linç edilen, kendilerine yaşam alanı bırakılmayan binlerce insanla aynı havayı soluduğumuzu kolayca fark edebilirdik. Örnek mi istiyorsunuz, o zaman ünlüsünden sıradan vatandaşımıza kadar herkesin başına gelen olaylardan örnekler sıralayalım. F tipi cezaevlerini protesto etmek için basın açıklaması yapan gençlere Trabzon, Edirne, Erzincan’da yapılan linç girişimleri, Bilgi Üniversitesi’nde Ermeni meselesiyle ilgili konferans düzenleyen aydınlara-yazarlara yapılan saldırılar, resmi kurumların talebi üzerine Baskın Oran ve İbrahim Kaboğlu tarafından hazırlanan Azınlıklar Raporu’nun okunduğu basın toplantısının basılması ve kameralar önünde açıklamaların yazıldığı kağıtların yırtılması, Hrant Dink’e karşı Agos gazetesi önünde ve mahkeme çıkışlarında yapılan gösteriler, bir ödül töreninde Ahmet Kaya’ya fırlatılan çatal-kaşıklar, Ahmet Kaya baskılı tişört giydiği için linç edilmeye çalışılan gençler, TCK 301’den yargılanan Orhan Pamuk’a mahkeme giriş-çıkışında saldırı girişimleri, polis destekli olarak kampüse giren ülkücülerin satırlarla bıçaklarla kantindeki öğrencilere (solcu, oruç tutmayan, uzun saçlı olan, vb.) saldırması, travestilere ve eşcinsellere sokaklarda uygulanan şiddet, Bursa’da, Adapazarı’nda, Hatay’da Kürtlerin oturduğu mahallelere yapılan saldırılar, çingene mahallelerine taşlı-sopalı saldırılar … liste böylece uzayıp gider...





Örneklerden sonra şimdi de sorularımızı sıralayalım: Bunca linç girişiminin olduğu bir ülkede niye bunlar dikkat çekmiyor, basın ve kitleler tarafından sahiplenilmiyor da, resim sergisinin basılması bu kadar dehşet verici oluyor? Yaşam alanının yok edilmesi derken tam olarak ne kastediliyor? Resim sergisinin basılması yaşam alanına müdahale de; bir aydının yazarın fikrini beyan etmesine, bir gencin sevdiği sanatçının resminin basılı olduğu tişörtü giymesine izin vermemek yaşam alanına müdahale değil midir? Yoksa, sözü geçen olaylarda linç edilen-edilmeye çalışılan, yaşam alanı bırakılmayan kitleler “öteki” olduğu için farklı davranışı hak etmiş olabilir mi? Solcular, travestiler-eşcinseller, Kürtler, Ermeniler, muhalif aydınlar, yazarlar, muhalif öğrencilerden oluşmuş bir kitleden bahsediyoruz neticede. Bu insanların genelinin resmi ideolojiyle barışık olmamaları, linç edilmelerini haklı mı kılıyor diğer insanların gözünde? Birkaç gün önceki saldırıya büyük tepki duyanlar acaba bu olaylar yaşanırken ne düşündü? Bu kişiler bizden değil, bizi ilgilendirmez mi dediler? Ya da bunlar nasıl olsa hak etmiştir diyenler var mıdır içlerinde? Bunların tamamını yok edeceksin ki memleket temizlensin diyen var mıdır peki? Her şeyin olduğu gibi “Şiddetin de taşeronlaştırıldığı” bir ülkede yaşamak hiç mi endişeye sebep olmadı? İnsanların bir kere kendilerini adalet dağıtıcısı olarak görmeye başladı mı, yargılamalarının da infazlarının da ne zaman, nerede, kim için başlayacağının hiç belli olamayacağını göremediler mi? Bir sonraki hedefin kendileri olabileceğini düşünmediler mi? Muktedirlerin gözü dönmüş bu kalabalıkların sırtını sıvazlamasının kitlelerin bir sonraki saldırıya daha bir özgüvenle katılmasına sebep olacağını tahmin edemediler mi? Bu kitlelerin artık birer saatli bomba olduğunu anlamadılar mı?

Hiç sanmam ama bu şiddet iklimi bizi de yok eder diye düşünen var mıdır? Bu saldırılara dur demedikçe, tavır koymadıkça, karşı durmadıkça kendi hayatlarının da artık daha korunaksız olduğunu görmek bu kadar zor mu? Hani şu meşhur “papazı dövdürmeyecektik” öyküsü vardır ya, tam da bugünlerde hatırlamakta fayda var…

“Üç arkadaş var. Bu üç arkadaş bir yaz günü yaya olarak yolculuk yapmak zorunda kalıyorlar. Biri Türk, biri Kürt, diğeri de Ermeni. Ama Ermeni olan aynı zamanda papaz. Sıcak, bir süre sonra yolda susuyorlar. Etrafta su yok. Bağların olgun zamanı. “İki salkım üzüm yiyelim de ağzımız ıslansın” diye bir bağa giriyorlar. Bağın sahibi bir Türk ama onu görememişler. “Kaç paraysa veririz” diyerek yemeye başlamışlar.

Bu sırada bağın sahibi gelmiş. Bakmış üç kişi üzümünü yiyor. Fena bozulmuş ama üç kişiyle de başa çıkamayacağını düşünmüş. Birine bakmış, kıyafetinden Ermeni ve Papaz olduğu belli. Diğerine bakmış, konuşmasından Kürt olduğunu anlamış. Üçüncüsü de Türk.

Dönmüş Ermeni’ye, “Bak bu adam Türk, yesin malımı, benim kanımdandır. Helali hoş olsun. Bu da Kürt’tür ama din kardeşimdir. Sen niye yiyorsun benim üzümümü?” demiş. Bu laf, üzerlerine sorumluluk yüklenmeyen Türk ve Kürt’ün hoşuna gitmiş. Adam, papazı bir güzel dövmüş. Kıpırdayacak hal bırakmamış, yere uzatmış. Bağ sahibi biraz sonra Kürt’e dönmüş. “Müslüman’sın da niye sahipsiz bağa giriyorsun. Bu adam benim kanımdan yediyse afiyet olsun, çünkü o Türk’tür, kardeşimdir” diyerek bir güzel onu da dövmüş ve yere uzatmış. Bu durum Türk’ün hoşuna gitmiş. Biraz sonra Türk’e dönmüş ve “Tamam anladık Türk’sün, aynı kandanız, aynı dindeniz ama sahibi olmadan başkasının bağına girilir mi?” diyerek Türk’e de vurmaya başlamış. Türk yumrukla yere yuvarlanınca Kürt’e dönmüş ve “Biz” demiş “Papazı dövdürmeyecektik!”

Evet, sevgili beyaz yakalı dostlarım; nasıl ki sanatçıyı, , sergi ziyaretçisini, içki içeni dövdürmeyeceksek; papazı da, solcuyu da, öğrenciyi de, travestiyi de, kürdü de, ermeniyi de, muhalifi de dövdürmemek lazım. Kendimizi bu şiddet iklimine kaptırmamamız gerekiyor; neticede bu ateş hepimizi yakıyor, ses çıkarmazsak daha da çok yakacak…



Gracias A La Vida


NOT: Ali Şimşek'in Birgün'deki Sanat isteyen Şişli'ye gitsin yazısı da, Tophane'deki saldırıları “mutenalaştırma, soylulaştırma” açısından değerlendirerek konuya farklı bir açıdan bakmaktadır.

Ayrıca, yukarıdaki yazıdan sonra, yazıda da linç kültürüne örnek gösterilen iki olayla ilgili olarak yeni gelişmeler oldu. İlki, linç olaylarının tüm hızıyla devam ettiğini gösteren bir olay: F Tipleriyle ilgili taleplerini dile getiren topluluğa bu sefer Bolu’da saldırılar oldu. Diğeri ise, umut verici bir gelişme: Manisa’da çingenelere yapılan saldırılara karışanlarla ilgili olarak Savcının “Ayrımcılık” suçundan da ceza talep etmesiydi.

22 Eylül 2010 Çarşamba

FİKRET KIZILOK...


22 Eylül 2001 tarihinde henüz 55 yaşındayken kaybettiğimiz Fikret Kızılok’un 9. Ölüm yıl dönümü bugün. Olacakları hissetmiş gibi “ Kalbim” adlı şarkısında “…/ kalbim, kalbim, kalbim / dayanmak artık kolay değil / bırakacak gibisin yarı yolda kalbim / …” diye seslenmişti, gerçekten de, geçirdiği kalp krizi sonrasında sağlığı bir daha hiç düzelmeyecek şekilde bozulmuştu. 70’li yıllarda müzik listelerinde kıran kırana yarıştığı Cem Karaca ve –kendisini pek sevmesem de- Barış Manço gibi, o da aramızdan erken ayrılanlardandı.

Müziğine dair ilk hatıralarım 80’li yıllarda kaydedilen çekme bir kasete aittir. Bülent Ortaçgil’le beraber Çekirdek Sanatevi’nde verdiği dinletilerden birine ait bir kasetti. Henüz çocuk yaşlarda olmam dolayısıyla, bu kasedin sadece Kızılok’a dair değil, müziğe dair de ilk anılarımı oluşturması açısından benim için önemi ayrıdır. Dinlediğim zamanlar bunun farkında değildim ama sonraları öğrendim ki, ülkenin en güzel müzik işlerinden biriymiş Çekirdek Sanatevi. Sadece Kızılok ve Ortaçgil için değil, o dönem başka bir yerde kendini ifade etme olanağı bulamayan müzisyenler (Erkan Oğur, Ezginin Günlüğü) için de önemli bir mekanmış. Mekanda yapılan dinletiler kaydedilir ve katılımcılara kaset olarak da verilirmiş. Hem Fikret Kızılok-Bülent Ortaçgil dinleyebileceğin bir mekan olacak hem de bu dinletinin kayıtlarını alabileceksin, değil o zamanlar için tüm zamanlar için çok büyük bir lüks…

Fikret Kızılok, Bülent Ortaçgil’den farklı olarak hep keskin, köşeli ve radikal adımlar atan birisi olmuş. Çok genç yaşlarda ülkenin en önemli pop müzik starlarından biriyken müziğe ara vermiş, Aşık Veysel’i tanımasından sonra müziğinde köklü değişiklikler olmuş, Aşık Veysel’in ölümü üzerine sazını kırarak müziği bırakmış, dişçilik mesleğine dönmüş, sonra tekrar müzik yapmaya başlamış, sonra gene benzer süreçler yaşamış. Lafını esirgemeyen yapısı şarkı sözlerine de yansımış; Ajda Pekkan’a hitaben yazdığı söylenilen “Ne kadar da güzel ve şuh tanıtılırsın / Oysa gerçekte bir maskarasın / Bir maymunsun şarkıların içinde / Bir papağan, süper renk ve biçimde / önemi yok erdemin; mühim olan paradır / Bir bilinse ki o ne tezgahtır” diye başlayan ve ilerleyen dizelerde eleştiri (!) dozu gittikçe artan “Şarkıdaki Maymun” ve “Adidasla tekkelere gidersin / Baklavayla viskileri içersin / Nescafeyle falımıza bakarsın / Bu can sana kurban olsun” dizeleriyle başlayan o dönemin “kazanan” tipolojisine hitaben yazdığı “why high one why” şarkıları buna iyi birer örnek teşkil etmektedir.

Taviz vermeyen yapısı ikili ilişkilerine de yansımış, uzun bir dönem birlikte kaliteli işler yaptığı Bülent Ortaçgil’le yaşadığı anlaşmazlıklar nedeniyle Çekirdek Sanatevi sona ermiş. 1990 yılında başlayan bu dargınlık Fikret Kızılok öldüğünde de devam ediyordu. Yine, söylediği en güzel şarkılardan ikisi olan “Gönül” ve “Bu kalp seni unutur mu” şarkılarının bestecisi Özkan Samioğlu ile de problemler yaşamış; Özkan Samioğlu’nun izin vermemesinden dolayı, ölümünden sonra oğlu tarafından yayınlanan “Dünden Bugüne” albümünde bu iki şarkı yer almamıştır. Güzel bir Fikret Kızılok derlemesi olan bu albüm; bu nedenle ağzımda buruk bir tat bırakır, hep biraz eksik gelir bana…

Hayata ve müziğe dair tavrı, şarkı sözleri, yorumladığı türküleri, mükemmel besteleriyle müziğimizin en önemli köşe taşlarından biridir Fikret Kızılok. “Tek başına”, “Yeter ki”, “Zaman zaman”, “İki parça can”, “Sevda çiçeği”, “Oysa ben” şarkılarının olduğu ve üniversite yıllarımın başucu albümü olan “Zaman zaman” gibi bir albüm yapmak bile onu benzersiz kılmaktadır. Sevdiğine verilebilecek en güzel hediyelerden biridir bu albüm. Kızılok’u sevgi ve özlemle anıyoruz…


Gracias A La Vida

17 Eylül 2010 Cuma

AĞIT



Ahkam keser durursunuz hayat ve insanlar üzerine. Her şeyi bildiğinizi sanır ve herkesi yargılarsınız. Yargılamalarınız başkalarıyla sınırlı kalmaz kendinize de yönelir. İçinizde her şeyi anladığını sanan, düşünmenin, aklın her şeye hakim olduğunu sanan rasyonel insan vardır. Bunca yıl akıl merkezli bir eğitimden geçmişsinizdir. Bilim adamları hep yüceltilmiş, otostopçular hep aşağılanmış, serseri addedilmiştir.


Ölüm gelir çatar. Anlarsınız ki yazılanlar, okunanlar, yani kelimeler yaşamın yanında o kadar önemsiz kalır ki konuşmayı unutursunuz. Tüm kelimelere küser, anlamaya çabalayan derin bir sessizliğe gömülürsünüz. Arada neler yaşanır bilemiyorum. İçsel yolculukta uzun ve karmaşık yollar arşınlanır sanırım. Sonunda vardığınız çaresizliktir. Korkudur. Yüzüklerin Efendisi’nde oğlunu gömen kral “Babalar oğullarını gömmemeli.” dediğinde “Kimse kimseyi gömmemeli” diye bir isyan yükselmişti içimden. Ölümsüzlük mümkünmüş gibi.


Ne filozoflar, ne edebiyatçılar barışabilmiş ölüm ve yalnızlıkla. Donnie Darko’yu en çok anlamlı yapan belki “Her insan yalnız ölür” diyerek bu iki kara deliği bir araya getirmesindendir.


Sonuç olarak çaresiziz. Büyümek en çok bu gerçek anlaşılmaya başlandığı için zor sanırım. Hesse Gertrud’da “Yazgı için iyi denemezdi,yaşam kaprislerle dolu ve zalimdi,doğada sevecenlik ve mantık yoktu. Ama bizim içimizde var.Ve bizler doğadan da,yazgıdan da daha güçlü olabilir,sadece birkaç saat için de olsa bu güce kavuşabiliriz.Başımız dara düştüğünde birbirimize daha yakın olabilir,birbirimizin anlayış dolu gözlerinin içine bakabilir,birbirimizi sevebilir ve yaşayarak birbirimizin moralini güçlendirebiliriz.” diyerek doğanın mantıksızlığına, yaşamın adaletsizliğine değiniyordu. 20’li yaşlarımın başında olduğum ve insanlığın sefil halini doğalarını dinleyerek, doğaya uyarak yok edebileceklerine inanmak suretiyle doğayı din yerine doğayı koymaya çalıştığım o yıllarda pek inandırıcı gelmemişti. Oysa ölüm insanı öyle bir sarsıyor, beklenmedik bir tokat gibi insanın yüzüne öyle bir çarpıyor ki yaşamda adalet aramanın ne kadar aptalca olduğunu bir anda anlıyorsunuz. Referans aldığım doğanın kanununun doğal seleksiyon olduğunu kabullendiğimde yaşadığım hayal kırıklığı nihilizmin tadını midemi bulandıracak kadar hissettirmişti.


Şimdi durduğum yerden Hesse, o sürekli depresyon tedavisi gören adam bile iyimser geliyor. Oysa yıllar önce söylediğim gibi, “İntihar edemiyorsan bari adam gibi yaşa.” Herkesin yaptığı gibi.


İnsanın doyumsuz olduğuna inanmıyorum. Ama çocukken bize her ne anlatıldı ya da anlatılmadıysa yaşamdan bir şekilde bu kadar çok şey bekliyor olmamıza anlam veremiyorum. Madem bitkiler kadar çaresiziz ölüm karşısında, neden bitkiler kadar teslimiyetçi olamıyoruz? Rüzgara ve yağmura teslim olup her gün nefes aldığımıza, doğan güneşle hala gözümüzü açabildiğimize sevinemiyoruz?


Belki de çiçekler de bunca sevinmiyorlar yaşadıklarına. Gelecek ilk fırtına için köklerini sağlamlaştırmakla o kadar meşguller ki tüm bunları düşünmeye vakitleri olmuyordur, kim bilir…


İnsan öğreniyor. Çekilen acıların kökleri nasıl da güçlendirdiğini, bakış açısındaki her değişikliğin acı deneyimler sonrası olsa bile ardından yaşamın yepyeni tatlarını fark ettirdiğini anlıyor. Yine de durup sevinemiyoruz “iyi ki bu felaket de geldi başıma” diye.


Acıların bir anlamı olsun istiyor insan. Dünyanın bir yerinde bir iz bırakmak istiyor “bunları yaşadım, çok canım yandı” diye. Neden bilmiyorum…


İntihara teşebbüs edip hemen öncesinde birilerine bunu haber veren insanların aslında ölmek istemediği, bu davranışlarının yalnız bir yardım çağrısı olduğu söylenir. İntihar için geçerlidir belki. Ama acı çeken bir insanın haykırarak ağıt yakması neye yorulmalı? İsyan mı? Hiç sanmıyorum… isyan eden insan küfür filan eder. Ağıt yakmaz. Nedir ağıtlarla bırakmak istediğimiz iz?



Gand

15 Eylül 2010 Çarşamba

EXPRESS, BİR+BİR, ROLL…



Memlekette güzel şeyler de oluyor. Güzel insanlar güzel işler çıkarıyor. Express ve Bir+Bir dergileri de bu güzelliklerin başında geliyor. Uzun bir dönem Roll dergisini de çıkaran bu ekip, Roll’ü, işlevini tamamladığı gerekçesiyle sonlandırmıştı. Takipçilerini üzen bu kararın sonrasında, Bir+Bir dergisi yayın hayatına başladı ve aylık olan Express dergisi de 15 günlük periyotlarda yayınlanmaya başladı. Bir+Bir'e yaz döneminde de ulaşabildik ancak hem dağıtım problemleri hem de İrfan Aktan’ın makalesinden dolayı verilen hapis ve para cezası nedeniyle sıkıntılı dönemler yaşayan ve kendilerini “Yüzde yüz bağımsız ve aynı zamanda savaşsız ve sömürüsüz, efendisiz ve tahakkümsüz bir dünya idealine yüzde yüz angaje” olarak tanımlayan Ekspress’in yayınına yaz döneminde ara verildi. Derginin son sayısında sonbaharda bayilerde olacağı belirtilmişti. Heyecan ve merakla beklemekteyim.

Diğer bir bekleyişim ise nihayet sona erdi. Express, Bir+Bir ve Roll dergilerinin ortak sitesi olan ve yaz döneminde test hayatına başlayan Birdirbir sitesi resmen yayına başladı. Daha da sevindirici olan, önemli başvuru kaynakları olan bu dergilerin pdf formatındaki arşivlerine de bu adresten ulaşılabilecek. Bana da yeni sayılar için bayilere gitmek, eski sayılar için de internet arşivinde bolca zaman harcamak düşer.


Gracias A La Vida

.

HRANT…



Hrant Dink'in katlinin öncesinde ve sonrasında yapılan beş ayrı başvuruyu birleştiren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), "yaşam hakkı"nı güvence altına alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 2. maddesinin, ifade özgürlüğünü savunan 10. maddesinin ve "mahkemeye etkin başvuru hakkı"nı düzenleyen 13. maddenin ihlal edildiğine oybirliğiyle hükmederek Türkiye’yi mahkûm etti…

Hrant’ı bilenler olarak böyle bir onanmaya ihtiyacımız var mıydı; kocaman bir hayır! Peki buna rağmen bu karar sevindirdi mi; kocaman bir evet! Çünkü, bizler için malûmun ilanı olan bu karar, Hrant için başka nedenlerden ötürü hayati önemdeydi. Hrant yazdığı bir yazı nedeniyle Türklüğü aşağılamakla suçlanıyordu. Oysa, Tevfik Fikret’in yüzyıl önce çok güzelce ifade ettiği şekliyle “Milletim kavm-i beşerdir, vatanım rûy-ı zemin” yani “Yeryüzü vatanım, insanoğlu milletim” diyenlerdendi Hrant. Başkalarının şan-şeref apoleti olarak omuzlarında taşıdığı, önüne arkasına ne eklerseniz (pozitif milliyetçilik) ekleyin, söyleyişini nasıl değiştirirseniz değiştirin (ulusalcılık, yurtseverlik), kendi milletinin başka milletlerden üstün olduğuna, başka milletlerin aşağılık olduğu üzerine oturtulan bir ırkçı dünya görüşüyle Hrant’ın aynı cümle içinde anılması bile, Hrant için katlanılabilecek bir acı değildi. Bu nedenle, gözyaşları içinde, “Eğer orada da mahkûm olursam bu topraklarda kalamam, giderim o zaman” demişti. Ne AİHM’e yaptığı başvurunun sonucunu ne de ardından, ellerinde “Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant’ız” yazılarıyla yürüyen başka milletlerden on binlerce kardeşini göremeden bu topraklardan ayrıldı…


Gracias A La Vida

11 Eylül 2010 Cumartesi

NE ÇOK SEVERDİK SENİ AKLINA GETİR


Tatilimin son 3-4 günlük kısmında, ne yazık ki hızlı bir şekilde yeni bir Alaçatı-Bodrum olma yolunda ilerleyen Bozcaada'daydık. Kaldığımız otele dair kısa bir tarihçe: 1800’lü yıllardan itibaren Rum ilkokulu olarak hizmet verirken 1923’te kapatıldıktan sonra Türk ilkokulu olarak 1963 yılına kadar hizmet vermiştir. Daha sonra yıkılmak üzere ve çok kötü haldeyken 1986 yılında restore edilerek otel haline getirilmiş. Otelin restore edilmeden önceki fotoğrafları uzun yıllar bakımsız ve ilgisiz kaldığının göstergesiydi. Netice itibariyle güzel-mütevazı bir otel olmuş.


Aslında ülkenin hemen hemen her karış toprağında karşılığı olan bir anlatı, memleketin bu batıya en yakın topraklarında da geçerli; geçen yüzyıl içinde, bu topraklarda başka milletlerden başka dinlerden insanlar da vardı. Bu insanların kendilerine ait evleri, mahalleleri, okulları, ibadethaneleri, işyerleri, dilleri, şarkıları vardı. Evet, azınlıktılar ancak bu kadar “az” değillerdi. Geçen yüzyıl boyunca sürdürülen bilinçli ve sistematik politikalar (“Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, Amele taburları, Varlık vergisi, 6-7 Eylül, vb.) sonucunda, bu topraklarda yaşayan insanları tek tipleştirme politikası büyük oranda başarıya ulaştı muktedirler açısından. Artık derin bir nefes alınabilirdi, çünkü gayrimüslim olan “ötekilere” dair olan her şey (insan, bina, vb.) “Göç etmiş, Eski, metruk, kullanılmaz, virane, kapalı, yasak” gibi sıfatlarla anılmaya başlanmıştı ve azınlıklar gerçekten de “az”ınlık olmuştu.


İşte böyle bir “metruk, bakımsız” “eski” bir Rum ilkokulunun restore edilmesinden oluşan otelin bir diğer özelliği ise bu yazıya sebep olan hususdur; her bir odanın ayrı bir şaire ayrılmış olması. Her odanın kapısında, oda numaralarının yanı sıra bir şairin ismi ve dizeleri işlenmişti. Odamıza gitmek için diğer odaların yanından geçiyoruz; şairler dizeleriyle selamlıyorlar; Nâzım Taranta Babu’ya yaşamanın ne kadar da güzel olduğundan söz ediyor, Can Yücel yine martılarla sohbet halinde, Cemal Süreya sevdiğine konduracağı öpücük sayısının niye hep yetersiz kalacağını izah ediyor ve diğer şairler hayatla, ölümle, aşkla ilgili meramlarını dile getiriyorlar : Attila İlhan, Turgut Uyar, İlhan Berk, Edip Cansever, Ataol Behramoğlu, Cahit Sıtkı ve nihayet odamıza geldik; Ümit Yaşar Oğuzcan. Çok anlamlı bir şey değil ama insan gene de çokça okuyup bildiği-sevdiği bir şairin odasında kalmak istiyor; sanki o kısacık tatil boyunca onunla aynı odayı paylaşacak, şiirleri üzerine konuşabilecek, tatil daha güzel geçecek gibi. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın sadece birkaç şiirini okumuşumdur, ne yazık ki ona dair hatırladığım detaylar şiiriyle ilgili olmadığı gibi pek de iç açıcı değil. Üç kez intiharı denemiş ve başarılı olamamış. Ancak, 17 yaşındaki oğlu, ona nazire yaparcasına intihar ederek hayatına son vermiş. İntiharların gerekçesini-o dönem yaşanmışlıkları bilmiyorum ama babalar ve oğullar arasındaki ilişki zaten çetrefilli bir ilişkidir. Ümit Yaşar’da bu iyicene karmaşık ve dramatik bir hal almış ne yazık ki.

Ümit Yaşar’a dair bu tatsız ayrıntılar düşüncelerimi kurcalarken, odaların dışında otelin muhtelif yerlerine konumlandırılmış olan alıntılardan biri her şeyin önüne geçti:


“İnsanın zor zamanda tutunacağı,

Bir dal umut vardır ya yüreğinde;

Benim de gönlümde bir isli sacayağı,

Hâlâ duruyor küller içinde”


Dizeler Sivas’ta 1993 yılında katledilen şairlerimizden Metin Altıok’a aitti. Kitlelerce en çok bilinen şiiri, Onno Tunç’un bestelediği Sezen Aksu’nun 1988 yılında “Kavaklar” adıyla seslendirdiği “Öndeyiş” dir. Hani o “Ah kavaklar, kavaklar / Bedenim üşür, yüreğim sızlar” şeklinde başlayan “Beni hoyrat bir makasla / ah eski bir fotoğraftan oydular / Orda kaldı yanağımın yarısı / kendini boşlukla tamamlar / ah omuzumda bir kesik el ki, hâlâ durmadan kanar/…” diye devam eden muhteşem dizeler. Beste şiire o kadar yakışmış, Sezen Aksu bu müzik işçiliğine o kadar güzel ses vermiş ki; yıllardır dinlemediğim bu şarkıyı günlerdir evde, yolda, arabada, müzik dinleme olanağım olan her yerde dinlemekteyim, dinleyemediğim zamanlarda da şarkı sürekli kafamın içinde dönmekte…

Bu dünyada kendini “bir acıya kiracı” olarak gören ve şiirlerinde yangın-kül-ölüm-acı temalarını sıkça işleyen Metin Altıok'un, hayatını Sivas katliamında bir yangında kaybetmiş olması acı bir tesadüf müdür yoksa şair önsezisi midir, bilinmez. Kendisinin yönlendirenin hep acı olması dolayısıyla, kendisini tertemiz zamanlardan kalma bir garip leke olarak gören şairin hayatını kaybettiği Sivas katliamı ise; yaşadığımız çağın aslında bir vahşet çağı olabildiğini, ötekine dair nefretin her daim canlı olduğunu, daha fazla özgürlük için olmasa da vahşi bir katliam için binlerce gönüllünün hemencecik toplanabileceğini, “farklı” olduğumuz müddetçe korunaksız, tekinsiz bir hayat süreceğimizin sarsıcı bir kanıtı olan kapkara bir leke olarak belleklerimizde yer alacak.






Sivas katliamından sonra, olayların, katledilenlerin tahriki nedeniyle ortaya çıktığının ilan edilmesi ve katliama uğrayanların değil de katliamcı kitlelerin muktedirler tarafından hemencecik sahiplenilmesi, korunması; daha da dramatik bir durum olarak, insanların yakılarak öldürüldüğü otelin sonraki yıllarda bir dönem “Kebapçı” olarak kullanılması ise yine bu topraklarda sıkça karşımıza çıkan bir kültürün tezahürü gibi; muktedirlerin, yaptıkları hiçbirşeyden pişmanlık duymayan kibirli dili ve davranışları. Mazlumu değil de katili sahiplenen bu dil, adaletin yerini bulmasından geçtim, muktedirlerden en azından kuru bir özür bekleyen kurbanların yakınları için yaşanan kayıplardan daha çok acı verebilmektedir ne yazık ki. 33 kişiyi kurşuna dizdiği için resmi makamlarca cezalandırılan bir generalin aynı bölgedeki askeri kışlaya isminin verilmesi, AİHM’ye gönderilen savunmada, tüm hayatını Ermeni ve Türk halkları arasındaki kardeşlik üzerine kuran, ırk temelli her söylemin karşısında olan Hrant Dink’in nefret söylemi kullandığının iddia edilmesi, sonradan değiştirilse de Fener Rum patriğini idam ettiren Sadrazam Ali Paşa’nın isminin Patrikhane’nin yer aldığı sokağa verilmesi; hep aynı düzeneğin sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Vicdanlarda büyük yaralar bırakan olaylardan pişmanlık duyulması bir yana, sonraki dönemlerde bunların savunuluyor olması, gelecek dönemlerde de benzer acıların yaşanabileceği ihtimalini hep canlı tutmaktadır.

“Tahriklere” kapılan “duyarlı” kitleler 1955 yılında gösterdiği “tepki”nin bir benzerini, 1993 yılında da göstermişti. 1955 yılında da “Dur” diyen olmamıştı, 1993 yılında da “Dur” diyen olmadı. Zaten yukarıda yer alan 2. fotoğraf 1955 yılındaki 6-7 Eylül olayları sonrasındaki İstiklal caddesine, 3. fotoğraf ise 1993 yılındaki Sivas katliamı sonrasındaki Madımak oteline ait. Aynı olaya ait farklı görüntüler olarak ardarda koysak, acaba farkedilir mi?

İşte bu nedenledir ki; bu topraklarda halen daha barışa ve hayata dair her söz öfke ve şiddet ile karşılanıyor, bu nedenledir ki bu topraklarda hayat, ölüm üzerinden kurulmaya çalışılıyor, bu nedenledir ki en çok barış kelimesinden korkuluyor ve yine bu nedenledir ki; umutla, ısrarla ve inatla; silahların gölgesinden kurtulup hayatın üstünlüğünü savunmamız, başka bir dünya için, bu, her tarafından kan damlayan kirlenmiş muktedir dilini terkedip, yeni bir dil kurmamız gerekmektedir…

Aslında bu yazıya başlarken amacım, şiirlerle örülmüş bir otele ve şairlerine-şiirlerine dair birkaç söz söylemekti. Ancak ne yazık ki, bu topraklarda acıya akrabalığı olmayan bir şey bulmak zor olacağı için, restore edilmiş eski bir binadan söz ederken göç ettirilmiş azınlıkları uygulanan politikaları anmamak, şiirden bahsederken de şairlere reva görülen muamelelerden söz etmemek neredeyse imkansız gibi. Bu nedenle de, çıkılan nokta ile varılan nokta farklılaşabiliyor.

Yazıyı sonlandırmak için otele geri dönelim, yine bir şiire, Arif Damar'a ait olan “Gitme Kal” adlı şiire kulak verelim. Şair “gitme kal” talebini “var yok dinlemez bir çocuk isteği” olarak tanımlıyor. Buna rağmen gidenler hep olmuştur, gerekçeler ise türlüdür; yapacak bir şeyi olmadığı için gidenler, kaçmak için gidenler, mücadeleden yorulduğu için gidenler, terk edildiği için gidenler, terk edip gidenler, Kavafis'e inat nereye giderse gitsin kendini götüreceğinden habersiz olarak gidenler ya da bunu bildiği halde gidenler, kök salmanın özgürlüğünü kısıtladığını düşünen dolayısıyla kök salmak istemediği için gidenler. Arif Damar da “Gitme kal” diye sesleniyor. Gitmeyip kalması için çokça anlatıyor, gerekçelendiriyor, en nihayetinde diyor ki; “Ne çok severdik seni aklına getir”. Bu bile kalmak için tek başına yeterli bir neden değil midir kimi zaman…


GİTME KAL

Nice nice acıları aklına getir

Bunca yoksulluğu aklına getir

Gözyaşlarını aklına getir

"Gitme kal" var yok dinlemez bir çocuk isteğidir

Gitme aklına getir


Kıraç mı kıraç toprakların üstüne

Güneşler açar yağmurlar kesilince

Çırılçıplak kayada yeşerir inci ağacı

Dağların kuytusunda bir uslu çiçek

Dağıtır mavisini kendi kendine

Gitme beraberlik içinde

Nasıl sevinirdik aklına getir


Her şeyi her şeyi aklına getir

Gece yarılarını aklına getir

Söylediklerini aklına getir

Sinsi yağmurlar yağıyordu

Soğuktu

Yaktığımız ateşi aklına getir


Nelerden geçiyorsun aklına getir

Gitme dünyamızın her yerinde

Yorgun eller gülleri derleyince

Ellerin sevincini aklına getir

Güllerin sevincini aklına getir


Ne çok severdik seni aklına getir



Gracias A La Vida

“YÜRÜMEK”-3: KADIN ELÂ


“Ben bu adayı on gün önce sevmişsem; bu denizi, kumu, güneşi, bu bizi bize bırakan, bırakmayı bilmiş halkı, onların şaraplarını, horalarını, ikonalarını sevmişsem, bugünün sabahını, çıkarma gemisinin gelişini, bu gemiyle bütün bunlara açılan savaşı nasıl sevebilirim? Hangi doğru bu sevgiyi haksız çıkarabilir? Bu doğulu, ürkek, ne yapacağını, neyi, niçin, ne zaman yapacağını bilmeyen, ürküttükleri halktan daha haklı nedenlerle, tanımadığı bir eve karanlıkta bırakılmış bir kedi gibi ürken bu asker bakışlarını sevmişsem, onları bu korkuya salan, bu ayrılığa, bu sılaya, yabancılığa salan, aslında hep haksızlığa uğramış bu insanları haksızmış gibi gösteren nedenleri nasıl sevebilirim? Bütün bunlara gerçek, doğru, kaçınılmaz gibi anlamları nasıl verebilir, bu adları nasıl takabilirim? Seni tek başına, bunları görmeden, duymadan, düşünmeden nasıl sevebilir, sevgimi bunlardan nasıl sıyırabilirim? Bu denize, bu güneşe, bu birbirlerinden korkan, birbirlerini suçlayan bakışların bir yerlerine seni bağlayamazsam nasıl sürer anlarımız? Seni bütün bunlardan, bu denizden, şaraplardan, horalardan, bu el uzatmayı bilen ve unutan insanlardan ayrı bir eşya gibi nasıl sevebilirim? Ben sana benzesem de, sen bana benzesen de, biz birlikte bu haksızlıktan ayrı, yabancı, kopmuş gibi benzerliksek nasıl sevişebiliriz? Birbirimizin kopyasıysak yalnızca, hangi noktada başlayıp, hangi noktada yükselir tat alışlarımız? Kendi kendini sevenlerin, kendi kendine tat verenlerin, tadın hemen ardından duydukları sıkıntılı utancı duymaz mıyız? Bir gün, bir postanede rastlamış iki insanın birbirlerinden alabildiğine hoşlanmış olmaları güzel geçici bir rastlantı mı yalnızca? “Birine rastlamış sevmiş, tat almıştım, şimdi geçti, hiçbir iz kalmadı bende” denebiliyorsa, bu rastlantıyı unutmak, hiç olmamış saymak gerekmez mi? Benim sana, senin bana verdiğimiz yalnızca bir tatsa, bu alışveriş niçin bir “hadi eyvallah!”la bitmesin? Ben yalnızca senin için güzel olacaksam, sana beğendirmek için kendimi, olanları umursamayıp en güzel bakışımla geleceksem yatağına, sen bütün bunları unutturacaksan bana, unutturmak için hiç bakmayacaksan pencereden, o kısa unutma anından sonra, vücutlarımızın bize acı veren gerginliğini giderdikten sonra bu pencereyi kapatarak unuttuğumuz, dışında, uzağında kaldığımız dünya nasıl yabancımız olursa, öyle yabancı oluruz birbirimize. Bir kısa anın ardından ayrı yönlere giden trenlere bineriz. Ya da o trenlere bile yetişemeyip tükenmişin üstünde çoğalırız.”

“ Elâ sergi kapısını açıp dışarı çıktı. Şimdi biraz öncenin, renklerini getirdiğini sürdürmek gerekli değil. Temiz hava. Temiz havaya çıkmak için önce soluksuz kalmanın ne gereği var? Kimse kendiliğinden bir şeyi bırakmıyor, kapanmış bir kapının tokmağını bile; öyle eli tokmağa yapışmış, kapının sadece kapanmış olduğunu, açılabileceğini unutmuş, tokmağa yapışmış eller. Hava serin, erken kararıyor ortalık. Yürümek, dönüp bakmamak arkaya. Arkada ne var? Yan yana asılı duran resimlerin korkutucu düşlerle yüklü can sıkıcı renklerinden başka. Susmak, tanımak, sevmek. Üşüdü, geri döndü, paltosunu aldı vestiyerden.”

(Sevgi Soysal’ın “Yürümek” adlı romanından)

Gracias A La Vida

“YÜRÜMEK”-2: GENÇ KIZ ELÂ


“Yeni açılmış Hilton oteli. Kendini bilen, yani toplumdaki yerlerini bilen bütün yeni evliler balaylarını orada geçirmeye can atıyorlardı. Hakkı da bunu düşünüp sevindirmek istemişti Elâ’yı. Kapıyı her açısında düşünüyordu: Buraya niçin geldim? Aleko’dan, Bülent’ten esirgediğimi Hakkı’ya vermek için mi? Bunu onlara beni Hilton’a getirmedikleri için mi vermedim? Nikâh ve Hilton’da balayıyla şartlanmış biriyim demek ki. Bunları düşünmemek olmuyordu. Balayında sevişmek nasıl kaçınılmazsa öyle…Aleko’yu, Bülent’i Hakkı’dan az mı sevmiştim? Boğaz’a bakan balkon açıktı. Hakkı’nın kat garsonuna verdiği buyruklarla bölmek istedi düşüncelerini. Hakkı ellerini çırptı. Elâ, arkası dönük, yüzünü görebiliyordu Hakkı’nın. Kontrat imzalamış bir işadamı gibi. Memnun. Ya da yeni bir oyuncağa sevinen bir çocuk gibi mi? Yeni aldıkları arabayı her günü yıkayan adamlar vardır. Arabayı yıkadıktan sonra öyle Hakkı gibi ellerini çırparak seyrederler; arabacıklarını. “Karıcığım!” Şimdi Hakkı, beni, yeni yıkanmış bir araba gibi… Yüzünde mutlu bir gülümsemeyle Hakkı’ya döndü, kemiği efendisinin ayaklarına götürecek bir köpek gibi. Elâ, şimdi ne olacağını, el çırpmanın ardından ne olacağını…Bu el çırpmalardan sonraya bir bahane gerek. Kutsal bir bahane. Bülent’e, Aleko’ya bulduğu bahanelerle olmaz. Artık denize parmaklarını sokup ayağını geri çekivermek yok. Denize dalmalı. İnsan hep bir görev duygusuyla dalar denize. Şenel bütün bunları düşünmemiştir. Doktorculuk oyununu yedire sindire oynadı; apansız denizi görmedi karşısında. Köy deresinde çırılçıplak yıkanır köy çocukları. Doktorculuk oynar gibi. Keyifli. Şimdiyse ben, deniz kıyısına, paralar ödeyerek deniz kıyısına gelenler gibi denize girmek zorundayım. Hakkı ellerini çırparak geldi. Belki de güzel şeyler söyleyerek. Ne olursa olsun, aslında, sadece Elâ’yı arkasından denize etti. Elâ denize daldı. Soğuktan takırdayan dişlerini kimseye çaktırmadan, kahramanca yüzdü.”

(Sevgi Soysal’ın “Yürümek” adlı romanından)

Gracias A La Vida

8 Eylül 2010 Çarşamba

"YÜRÜMEK"-1: KIZ ÇOCUĞU ELÂ



“Hızla kapandı kapı. Başka türlüsünden “demedim mi”ler, “sokak kızı mı oldun”lar bekleyen Elâ, suçlu olduğuna, yanlış bir şey yaptığına tek başına inandığını, tek başına korktuğunu, titrediğini anladı. Anası olsaydı şimdi, Elâ’nın anası, neyin yanlış olduğunu, neyin yapılmaması gerektiğini bilen ve hiç unutmayan, unutturmayan Elâ’nın anası. Kapı açıldığında bir titremeyle gelen suçluluk duygusu anlamsızlaştı birden. Tam Diana Durbin olmuştum, Şenel’in anası yüzünden, hayır hayır, annemin yüreğine saldığı, ta beynime yerleştirdiği bir şeyler yüzünden küçük, sıska bir kız oldum yine. Elâ da bütün anaların, aynı şeylere kızdıklarını aynı şeyleri söylediklerini sanıyordu; çünkü doğruydu onlar, gerçekti, kesindi. Bütün çocuklar gibi, anasınca konan yasakların, dünyanın yasakları olduğunu sanıyordu, Tanrı yasakları olduğunu. Aynaya, göğüslerinin nice büyüdüğünü anlamak için bakarken yakalanmak, doktorculuk oynarken yakalanmak, bütün çocuklar için aynı önemde suçlardır sanıyordu. Bütün çocukların aynı suçlardan korktuklarını, bütün çocukların aynı büyüklerden, aynı şeyi önemseyen büyüklerden korktuklarını. Bütün bu suçları bilerek, yine de işleyerek, o hak edilmiş cezalardan korkarak Diana Durbin olmak nasıl zor. Elâ düşündü ki, anası asla Diana Durbin olmamıştır, bir ananın yüreğe salabileceği bunca korkuyla kimseler Diana Durbin olamaz.”

(Sevgi Soysal’ın “Yürümek” adlı romanından)

Gracias A La Vida

5 Eylül 2010 Pazar

LATİN AMERİKA’DAN NOTLAR- 1



- Havana Üniversitesi’nde konuşan Fidel Castro, ABD ve İsrail’in İran’a karşı yükselttiği gerilimi kınayarak Küba halkını “olası nükleer savaşı” protesto etmeye davet ederek 2006 yılından bu yana ilk defa Küba halkını kitlesel bir protesto yürüyüşüne çağırdı.

-Şili’de ülkenin kuzeyinde bulunan bir madendeki bir tünelin çökmesi sonrasında yerin 450 metre altında mahsur kalan 33 madenciye ulaşıldı. Hayatta oldukları belirlenen madencilere alternatif tünellerden besin ve su ulaştırıldığı ancak madencileri çıkarmanın aylar sürebileceği belirtildi.

-Küba lideri Fidel Castro, devrimin ilk yıllarında eşcinsellere karşı oluşan nefret ve ayrımcılığın “kendiliğinden oluştuğunu ve geleneklerden geldiğini”, o dönemlerde koşulların olağanüstü olduğunu ve kendisinin de siyasi meselelere gömüldüğü için bu meseleyle yeterince ilgilenemediğini, ancak ne olursa olsun, o dönemde yapılanların “büyük adaletsizlik” olduğunu kabul ederek, “Bir sorumlu varsa, o benim” dedi.

- Arjantin’de ilk resmi eşcinsel evliliği geçtiğimiz Temmuz ayında gerçekleştirildi. 27 yıldır birlikte olan 65 yaşındaki Miguel Angel Calefato ve 54 yaşındaki Jose Luis Navarro Arjantin’de resmen evlenen ilk eşcinsel çift oldu. Eşcinsel evliliklerini yasal hale getiren yasa, kilise ve muhafazakar çevrelerin yoğun muhalefetine rağmen onaylanmıştı. Bu yasayla birlikte Arjantin, eşcinsel evliliklerin yasal olduğu ilk Latin Amerika ülkesi olmuştu.

-Meksika Körfezi'nde BP'ye ait kuyudan petrol "sızıntısının" yaşanmasının ardından, bugün üretim yapılmayan bir petrol platformunda da patlama meydana geldi. Meksika Körfezi'nde Mariner Energy şirketine ait olduğu belirtilen kuyudaki patlamanın ardından platformdan yoğun bir duman çıktığı bildirilirken, bir yangın yaşanıp yaşanmadığı bilinmiyor. Sahil güvenlik yetkilileri, patlama nedeniyle platformdan bir petrol sızıntısı gözlemediklerini açıkladı.


Gracias A La Vida

1 Eylül 2010 Çarşamba

YETİM DİYARLAR


İnsan çok ama çok sevdiği bir şeyi nasıl anlatır? Anlatılmaz yaşanır denen cinsten şeyler için “çok, çok güzeldi, harikaydı, muhteşemdi”nin ötesine geçemez kelimeler.

Bu yüzdendir en sevdiğim şarkıları, kitapları, filmleri yazamamam ve hatta atıfta bile bulunamam. Neresinden tutsanız haksızlık olur.

Basit bir hayranlık değil kastım. İnsanın hayatta edindiği tüm tecrübeleri özetleyebilen ender eserlerden bahsediyorum. Böylesini ancak tavsiye edebilirsiniz, anlatamazsınız.

Sonisphere’e çıkışları engellendiğinden beri boynumun borcu oldu Orphaned Land’den, İsrailli kardeşlerimden bahsetmek. Dilimin döndüğünce elbette…

Hikayemiz 99 yılı üniversite hazırlığı sırasında gidilen dersanede başlar. O zamanlar Iced Earth’ü yeni keşfetmişiz de bir şey sanıyoruz. Testament’in adını hatırlamadığım bir albümüyle ve Moonspell’in Irreligious’ıyla brütal vokale daha yeni alışmışız. MFÖ’nün bir adım ötesindeyiz yani. İşte böyle bir dönemde bir dost “al bak bu tam senlik” diyerek iddialı bir kehanette bulundu. Kulağıma taktım walkmani… o da nesi… mistik, doğu ezgileri, doğu gırtlağı şahane bir vokal, distortion ve brutal… gel de anla… darbuka ve azan, kanun ve ud…

Sonrasında 11 yıllık bir hastalık. Nadiren dinen… İlk konserine gidebilmek için stand hostesliği ve şirketten istenen avansın ancak 2 aylık ağır bir çalışmayla ödenmesi… konserdeki tek mavili olmamız (yani siyahlı olmamamız)… İstanbul’da konser izlemenin sahne önüne geçmemek gerektirdiğini, geçilmesi halinde zıplayan izbandutların sizi iki omzunuzdan sıkıştırması suretiyle isteminiz dışı ayaklarınızı yerden keseceği, Türkiye’li metalcilere İbrahim Tatlıses söylemenin aslında ölümcül bir hata olduğunu ancak metalcilerin de anlayışlı olabileceği, yalnız bu ayıbın en kısa zamanda Erkin Koray Estarabim’i ile örtbas edilmesi gerektiği… Bu ilk Estarabim performansından sonra Kobi’nin Türkçesi çok gelişti. Yine de ilk için bile çok başarılı bulmuşumdur… Son albümlerinin bonus cdsinde Erkin Koray’la yaptıkları kaydın görüntüleri de mevcut. Bu videodan bir kesiti şurdan izleyebilirsiniz.

Orphaned’ın Türkiye konserlerinden sanırım ikincisiydi. Konser afişlerinde dansöz süprizinden bahsediliyordu. Sonradan organizatör arkadaştan öğrendik ki anlaştıkları dansöz son dakikada satmış. Bir metal konserinde dansöz gibi bir vaadin altında ezilmektense Taksim’deki bilimum pavyonları gezdikten sonra konser mekanının yanındaki pavyonda çalışan dansözü ayarlamışlar. Zaten yukarıda ilk verdiğim linkte göreceğiniz üzere dansözün şaşkınlığından da belli hazırlıksız olduğu.

Yine aynı konserdir “evil urge’ü çalın” diye elimi kolumu sallarken Yossi’nin bunu el sıkışma olarak algılayıp elimi kaptığı gibi öperek beni şaşkınlık ve mutluluktan uçurduğu. Yazık ki evlendi J




Global Metal’de boy gösteriyor Kobi. Kardeşlik ve orta doğu üzerine her zamanki gibi şahane sözler sarfediyor. Gerçi kendisinin tanrı ve din ile olan ilişkisini her zaman çok problematik ve hatta bazen komik bulmuşumdur. Ama en nihayetinde güzel İNSAN. İsrail ve Yahudiler hakkındaki tüm önyargılara inat, öksüz topraklardan kardeşlik mesajlarını farklı melodilerle her albümde tekrar etmeye devam ediyor.

Velhasılı kelam Orphaned Land Sonisphere Türkiye’ye çıkamadı. Eşzamanlı olarak gelişen İsrail-Türkiye gerginliği sebebiyle. Bu olay üzerine grubun yaptığı açıklamayı özetlemeyeyim, bir zahmet okuyun, hakkaten kaydadeğer sözler. 

Orphaned’ın sözlerinden yapılabilecek milyonlarca alıntıdan bir kısmı… Dilim döndüğünce apar topar çevirdim, ama orijinal dilinde daha anlamlı elbette. Anlıyorum ki bu yazı burada bitmez.

Go in peace, and find thy faith / barışla git, ve kendini bul
Evolve thyself, and lose all hate / kendini evrilt, ve tüm nefretini yitir
So a heaven you may create / böylece bir cennet yaratabilirsin

Hala ve sanırım her daim en sevdiğim şarkısı olacak Evil Urge, yani Şeytan Dürtüsü. Hem sözleri hem de kemanla çalınan muhteşem melodisi… kemana merak sarma sebebim şarkı. Daha önce yüklemiştim. Buradan dinleyebilirsiniz. Kemanlı versiyonu da şurda. Sabredip sonuna kadar dinlenmeli. En azından sonundaki keman solo için... Sözleri ise şöyle:

And I see that slowly your tears are drying / ve gözyaşlarının yavaşça kuruduğunu görüyorum
And I see an ocean made by your crying / ve gözyaşlarınla yapılan bir okyanus görüyorum
And the ocean that's within... / ve okyanus hemen şurada

And I see misery to forget it I must / ve unutmam gereken sefaleti görüyorum
And all of the memories are lost / ve tüm anılar kayboluyor
And the ocean is here within me / ve okyanus burada benimle
Flows on like a neverending tear / hiç dinmeyen bir acı gibi akıyor

In us all there are two separate sides / hepimizin içinde iki ayrı yön var
That which is evil and that which is good / biri şeytan diğeri iyi
Some people live by one side and others by the second / bazı insalar ilkiyle bazıları ikincisiyle yaşar
Both of them have a little bit of the other / her ikisi diğerini içerir
But it must remain clear that the two depend on each other / ama şu bilinmeli ki ikisi birbirine dayanır
Remember, evil is a part of the good and not the opposite / hatırla, şeytan iyinin bir parçasıdır
There is no sadness without joy and there is no joy without pain / hazsız bir üzüntü ve acısız sevinç yoktur
There is no holy without impure / Katıksız bir kutsallık
and there can be no blasphemy without  holyness, / ve kutsallıktan bağımsız bir inançsızlık yoktur
Thus the two sides must live in harmony / bu nedenle bu iki yön uyum içinde yaşamalı
Unbalanced forever the evil urge brought lots of pain / dengesiz olduğu müddetçe şeytan içgüdüsü çok fazla acı getirdi
It is so hard to defeat it / bunu yenmek çok zor
The evil urge sometimes arrives with heavy boots / şeytan içgüdüsü bazen ağır botlarla
And sometimes in gentle cat's steps / ve bazen de nazik kedi adımlarıyla gelir
And even through blessed deeds it can drive you into deeds of wrong / ve kutsanmış sözlere rağmen sizi yanlışa yönlendirebilir
A hero is the one which concurs his urge / bir kahraman içgüdüsüyle uzlaşabilendir
And so we must wonder what shall be the faith of the man who destroys one and embraces the other... / ve böylece düşünmeliyiz, birine zarar verirken diğerini kucaklayan insanoğlunun kaderi nedir…

The storm still rages... / fırtına hala kasıp kavuruyor…

Son tavsiye, Orphaned’a başlamak için son albümden mükemmel bir seçenek. özellikle 2:39’da başlayan melodi can alıyor.

  • Kobi Farhi - Vokal
  • Yossi Saharon (Sassi) - Gitar ve Geleneksel Enstrümanlar (Ud, Buzuki, vb.)
  • Matti Svatizky - Gitar
  • Uri Zelcha - Bas Gitar
  • Shlomit Levi-Bayan Vokal
  • Matan Shmuely- Drums

Gand