17 Eylül 2010 Cuma

AĞIT



Ahkam keser durursunuz hayat ve insanlar üzerine. Her şeyi bildiğinizi sanır ve herkesi yargılarsınız. Yargılamalarınız başkalarıyla sınırlı kalmaz kendinize de yönelir. İçinizde her şeyi anladığını sanan, düşünmenin, aklın her şeye hakim olduğunu sanan rasyonel insan vardır. Bunca yıl akıl merkezli bir eğitimden geçmişsinizdir. Bilim adamları hep yüceltilmiş, otostopçular hep aşağılanmış, serseri addedilmiştir.


Ölüm gelir çatar. Anlarsınız ki yazılanlar, okunanlar, yani kelimeler yaşamın yanında o kadar önemsiz kalır ki konuşmayı unutursunuz. Tüm kelimelere küser, anlamaya çabalayan derin bir sessizliğe gömülürsünüz. Arada neler yaşanır bilemiyorum. İçsel yolculukta uzun ve karmaşık yollar arşınlanır sanırım. Sonunda vardığınız çaresizliktir. Korkudur. Yüzüklerin Efendisi’nde oğlunu gömen kral “Babalar oğullarını gömmemeli.” dediğinde “Kimse kimseyi gömmemeli” diye bir isyan yükselmişti içimden. Ölümsüzlük mümkünmüş gibi.


Ne filozoflar, ne edebiyatçılar barışabilmiş ölüm ve yalnızlıkla. Donnie Darko’yu en çok anlamlı yapan belki “Her insan yalnız ölür” diyerek bu iki kara deliği bir araya getirmesindendir.


Sonuç olarak çaresiziz. Büyümek en çok bu gerçek anlaşılmaya başlandığı için zor sanırım. Hesse Gertrud’da “Yazgı için iyi denemezdi,yaşam kaprislerle dolu ve zalimdi,doğada sevecenlik ve mantık yoktu. Ama bizim içimizde var.Ve bizler doğadan da,yazgıdan da daha güçlü olabilir,sadece birkaç saat için de olsa bu güce kavuşabiliriz.Başımız dara düştüğünde birbirimize daha yakın olabilir,birbirimizin anlayış dolu gözlerinin içine bakabilir,birbirimizi sevebilir ve yaşayarak birbirimizin moralini güçlendirebiliriz.” diyerek doğanın mantıksızlığına, yaşamın adaletsizliğine değiniyordu. 20’li yaşlarımın başında olduğum ve insanlığın sefil halini doğalarını dinleyerek, doğaya uyarak yok edebileceklerine inanmak suretiyle doğayı din yerine doğayı koymaya çalıştığım o yıllarda pek inandırıcı gelmemişti. Oysa ölüm insanı öyle bir sarsıyor, beklenmedik bir tokat gibi insanın yüzüne öyle bir çarpıyor ki yaşamda adalet aramanın ne kadar aptalca olduğunu bir anda anlıyorsunuz. Referans aldığım doğanın kanununun doğal seleksiyon olduğunu kabullendiğimde yaşadığım hayal kırıklığı nihilizmin tadını midemi bulandıracak kadar hissettirmişti.


Şimdi durduğum yerden Hesse, o sürekli depresyon tedavisi gören adam bile iyimser geliyor. Oysa yıllar önce söylediğim gibi, “İntihar edemiyorsan bari adam gibi yaşa.” Herkesin yaptığı gibi.


İnsanın doyumsuz olduğuna inanmıyorum. Ama çocukken bize her ne anlatıldı ya da anlatılmadıysa yaşamdan bir şekilde bu kadar çok şey bekliyor olmamıza anlam veremiyorum. Madem bitkiler kadar çaresiziz ölüm karşısında, neden bitkiler kadar teslimiyetçi olamıyoruz? Rüzgara ve yağmura teslim olup her gün nefes aldığımıza, doğan güneşle hala gözümüzü açabildiğimize sevinemiyoruz?


Belki de çiçekler de bunca sevinmiyorlar yaşadıklarına. Gelecek ilk fırtına için köklerini sağlamlaştırmakla o kadar meşguller ki tüm bunları düşünmeye vakitleri olmuyordur, kim bilir…


İnsan öğreniyor. Çekilen acıların kökleri nasıl da güçlendirdiğini, bakış açısındaki her değişikliğin acı deneyimler sonrası olsa bile ardından yaşamın yepyeni tatlarını fark ettirdiğini anlıyor. Yine de durup sevinemiyoruz “iyi ki bu felaket de geldi başıma” diye.


Acıların bir anlamı olsun istiyor insan. Dünyanın bir yerinde bir iz bırakmak istiyor “bunları yaşadım, çok canım yandı” diye. Neden bilmiyorum…


İntihara teşebbüs edip hemen öncesinde birilerine bunu haber veren insanların aslında ölmek istemediği, bu davranışlarının yalnız bir yardım çağrısı olduğu söylenir. İntihar için geçerlidir belki. Ama acı çeken bir insanın haykırarak ağıt yakması neye yorulmalı? İsyan mı? Hiç sanmıyorum… isyan eden insan küfür filan eder. Ağıt yakmaz. Nedir ağıtlarla bırakmak istediğimiz iz?



Gand

Hiç yorum yok: