27 Aralık 2010 Pazartesi

YANKI'DAN NOTLAR 1


Aslı Erdoğan Kırmızı Pelerinli Kent'te ne demiş benim için:
...
Yaşam, bütün kayıtsızlığı ve alaycılığıyla akıp giderken, o yalnızca gerçeğin korkunç çölünde kişisel bir gözlem kulesi yapmıştır. çatlak tahtalarından rüzgarlar dolan, sallantılı, uğultulu bir kule... Sonuçta, eline kalem alan herkes şu soruyla fazlasıyla boğuşmak zorundadır: GERÇEĞİN NE KADARINA DAYANABİLİRİM?
...
Yalnızca tek şey adına güvenli suları terk eder, kendi köklerimizi keseriz. Adem'in uğruna ölümsüzlüğü teptiği tek şey: BİLİNMEYEN...

***
Hermann Hesse'ye uzatıyoruz mikrofonu. İkimiz için söyleyecekleri varmış:

Ahlakçı tutum, şimdiye kadar acı çekmekten başka işime yaramadı. Söylemek istediğimi doğru dürüst söyleyemiyorum. Hem tanrı hem şeytan denecek bir tanrının varolması gerektiğini düşünebiliyor musunuz? Zamanın böyle bir tanrı varmış

***
Aslı Erdoğan'la Hermann Hesse'ninkileri birleştirirsek, öğretilmiş ahlakı geride bırakıp kendi bilinmeyen gerçeğimi aramaya koyuldum ve şimdilik yolun sonuna geldim. Romantik olmadığım, hayallerimden vazgeçtiğim anlamına gelmiyor. Dünyanın ucuna vardığımda dayandığım sınırların yalnız kendiminkiler olduğunu farkettim ve duvarın etrafından dolandım. Bulduğum çocuk, daha önce hayal bile edemeyeceğim kadar saf, neşeli ve yaşam doluydu. İşte kendi bilinmeyenimin tadını çıkarmanın romantizmi var bende. Yaşam son 10 yıldır beni şaşırtamıyordu. Artık hemen her şey beni şaşırtıyor. Sanırım göz nakli yaptım kendi kendime... kendi yarattığım gözlerle değiştim tanrının armağanı olanı... ne haddime? benimki çocukça bir oyun işte...kimsenin kaybetmediği, kazanmanın esamesinin okunmadığı. işte bu gerçek serüvendir. En azından benim hikayemde...

Yankı

20 Aralık 2010 Pazartesi

BU TOPRAĞIN ŞARKILARI....


Ermeni müziğinin babası olarak kabul edilen Gomidas Vartabed, 1869 yılında Kütahya’da doğdu. 1 yaşında annesini, 10 yaşında babasını kaybeden Gomidas, ruhban okulunda eğitilmek üzere 12 yaşındayken Ermeni kilisesinin merkezi olan Eçmiadsin’e gider. Kısa süre içerisinde sesinin güzelliği, yeteneği ve müziğe olan sevgisiyle okulun en bilgili müzik adamı olarak, okula müzik öğretmeni olarak atanır. Ermeni müziği konusunda araştırmalar yapar ve kendisini yenileme isteğinden dolayı 1896 yılında Berlin’de eğitim almaya gider. Almanya’da önemli müzik adamlarından eğitim alan Gomidas, burada verdiği konferanslarla, konserlerle geniş çevrelerce tanınmaya başlar ve yeni kurulan Uluslararası Müzik Cemiyeti’ne öğrenci olarak kabul edilen tek kişi olur.

Ülkeye geri döndüğünde müzikle ilgili çalışmalarına hız vermeden devam eder ve gerek yakınındaki insanlar aracılığıyla gerek kendisi bizzat köy köy dolaşarak binlerce şarkının-türkünün derlemesini yapar, besteler yapar, çoksesli müzik konusunda önemli çalışmalar yapar. Bu arada sadece Ermeni müziği üzerine araştırma yapmaz, aynı zamanda Türk, Kürt, Arap, Fars, İbrani ve Balkan müziği konusunda da uzman seviyesine yükselir. O dönem Türkler arasında da büyük bir saygınlık kazanmış olan Gomidas’ın verdiği konserleri Enver ve Talat Paşa’nın da beğeniyle izlediği, Halide Edip Adıvar, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Emin Yurdakul gibi şair ve yazarların davetlerine katıldığı, Şehzade Abdulmecit Efendi’nin kendisine büyük hayranlık beslediği ifade edilir.

Ve…Şehzade Abdulmecit Efendi’ye, Talat ve Enver Paşa’ya verdiği konserlerden sadece birkaç hafta sonra, 24 Nisan 1915’te, istanbul’daki 200’ün üzerinde tanınmış Ermeni aydın, sanatçı, doktorla birlikte tutuklanır ve Çankırı’ya doğru sürgüne gönderilir. Birilerinin devreye girmesiyle 9 Mayıs’ta İstanbul’a geri döner ancak 15 günlük süre içerisinde yaşadığı travmaları atlatamaz. Sürgüne gönderildiği 1915’ten Paris’te bir psikiyatri hastanesinde öldüğü 1935 yılına kadar geçen süre kapkaranlıktır Gomidas için…1915’ten önceki 20 yılda (özellikle Berlin’e gittikten sonraki çalışmaları) önemli çalışmalara imza atan, haklı uluslararası bir üne kavuşan, binlerce derleme, beste yapan Gomidas, sonraki 20 yılda ise ne tek bir nota yazar, ne bir şarkı söyler, ne yeni birşeyler üretebilir ne de çevresindekilerle iletişim kurar…

16 aralık Perşembe akşamı Lütfi Kırdar’da “Gomidas’a Saygı-Bu Toprağın Şarkıları” adlı etkinlik vardı. Geniş bir katılımın olduğu tamamen dolu salonda Gomidas’ın şarkıları seslendirildi. Barkovizyon görüntüleri eşliğinde hayat hikayesi anlatılan Gomidas’ın şarkılarını, İstanbul Ermeni koroları (Karasun Mangants Korosu, Lusaroviç Korosu, Shakyan Korosu, Vartanants korosu), bas, bariton, tenorlar, Aşkın Ensemble, BGST, Şevval Sam ve Aynur seslendirdi, Kemanlar, viyolalar, viyolenseller ve piyanolar ise o eşsiz müziğe ses verdiler. Şarkılar arasında bildiğimiz şarkılar, melodiler de vardı, ilk defa duyduklarımız da vardı…Ama hepsi tanıdıktı, çünkü tıpkı bizim gibi, tıpkı Gomidas gibi, onlar da bu toprağın sesiydi…


Gracias A La Vida

"ÜÇÜNÇÜ ŞAHSIN ŞİİRİ"


Bu ülkede güzel yaşlanmak niye bu kadar zor diye düşünüyordum. Gençlik yıllarında veya olgunluk dönemlerinde yaptıklarıyla, yarattıklarıyla, söylemleriyle sevgi, beğeni toplayan, hayranlık uyandıran kişiler yaşlandıkça hem ürettikleriyle hem de söylemleriyle hayalkırıklığı yaratabiliyor, sevenlerinin ağzında buruk bir tat bırakabiliyor. Kimisi iyi bir müzisyen veya şair olmanın hayatta her alanda kendisine söz hakkı verdiğini düşünerek din-siyaset-tarih gibi aslında belirli bir birikim gerektiren alanlarda mesnetsiz fikirler beyan edebiliyor (Bkz.Cem Karaca, Erkin Koray, vb) kimisi de zamanında ürettikleriyle literatüre önemli katkıda bulundukları alanlarda fikir beyan ediyor ancak iyicene uçlarda söz söylereyek ilgi çekmeye çalışıyor (Yalçın Küçük, vb.). Bu düşünceler kafamda uçuşurken, sahneden “Elimden tut, yoksa düşeceğim / yoksa bir bir yıldızlar düşecek…” dizeleriyle “Yağmur Kaçağı” okunmaya başlanmıştı. Beni yaşlanmayla ilgili bu düşüncelere iten de içinde Tilbe Saran’ın, Bülent Emin Yarar’ın olduğu bu etkinliğe koşa koşa gelmeme sebep olan da Attila İlhan’dı. Şiirleriyle geçen yüzyılın önemli bir kısmında geniş kitleleri etkileyen, hatta genç yaşında Nâzım’dan övgü alan, şiirle ilgilenen hemen herkesin bir şiirini, dizesini bildiği bir şairdir Attila İlhan. İyi ki türkçe biliyorum, anlıyorum dedirten sebeplerden biridir. Ancak son yıllarında şiirleriyle değil de tarih ve siyaset programlarıyla televizyonlarda görünüyordu. Her gördüğümde, dinlediğimde ne gerek var ki buna diye üzülüyordum…

Bir ara o ünlü şiirindeki “Pia”nın kim olduğuyla ilgili olarak Met-Üst’ün “Pia, meğer -Pakistan international Airlines- imiş” esprisine “Ancak, bir öküz bu şiiri böyle yorumlayabilirdi” çıkışı da bende bir burukluk yaratmıştı. Ece Ayhan tarafından “Sıkı şair” olarak sunulan, o dönemde bir edebiyat dergisi çıkaran biri olarak Met-Üst’ün bu şiiri gerçekten bu şekilde anlamış olması mümkün olabilir miydi?

Neyse, ben bu tür durumlarda sevdiğim kişileri sevdiğim-bildiğim halleriyle hatırlamayı tercih ediyorum, bu nedenle Attila İlhan da hep başucumda olacaktır. Bu sadece benim için değil çoğu insan için de böyledir diye düşünüyorum, çünkü o şiirler bu ülkenin ortak belleğine silinmemek üzere kaydedilmişlerdir. “Il Postino” filmindeki postacı Mario Ruoppolo şair Pablo Neruda’ya “Şiir yazana değil, ihtiyacı olana aittir” dememiş miydi(!) Uzun yıllar önce ben de ihtiyaç duyduğumda, hiç tereddütsüz (!) yanımda olan “Üçüncü Şahsın Şiiri”yle yazımı sonlandırayım…


ÜÇÜNCÜ ŞAHSIN ŞİİRİ


Gözlerin gözlerime değince

Felaketim olurdu, ağlardım

Beni sevmiyordun, bilirdim

Bir sevdiğin vardı, duyardım

Çöp gibi bir oğlan, ipince

Hayırsızın biriydi fikrimce

Ne vakit karşımda görsem

Öldüreceğimden korkardım

Felaketim olurdu, ağlardım


Ne vakit Maçka'dan geçsem

Limanda hep gemiler olurdu

Ağaçlar kuş gibi gülerdi

Sessizce bir cigara yakardın

Parmaklarımın ucunu yakardın

Kirpiklerini eğerdin, bakardın

Üşürdüm, içim ürperirdi

Felaketim olurdu, ağlardım


Akşamlar bir roman gibi biterdi

Jezabel kan içinde yatardı

Limandan bir gemi giderdi

Sen kalkıp ona giderdin

Benzin mum gibi giderdin

Sabaha kadar kalırdın

Hayırsızın biriydi fikrimce

Güldü mü cenazeye benzerdi

Hele seni kollarına aldı mı

Felaketim olurdu, ağlardım



Gracias A La Vida

11 Aralık 2010 Cumartesi

MASAL PINARI...



9 Aralık Perşembe akşamı Garajistanbul’da Pınar Selek’e destek etkinliği vardı. “Hâlâ tanığız platformu” tarafından düzenlenen ve çok sayıda sanatçı tarafından da aktif bir şekilde desteklenenMasal Pınarı - Devlet İnsanı Sadece Canını Alarak Öldürmez" adlı etkinliğe öğrencisinden sanatçısına katılım o kadar genişti ki Pınar’ın destekçileri salona sığmadı. Kalabalık dolayısıyla dışarıda uzun bir süre bekledikten sonra salona girebildik. Pınar’a ithafen yazılmış bir şarkı ile başlayan etkinlik, Pınar’ın röportajlarından, kitaplarından ve savunmasından alıntıların okunduğu kısa bir video gösterisi ve sanatçıların Pınar’ın masallarını okuduğu oyunla devam etti…

Pınar’ın yapılanlar, ısrarla yapılmak istenenler hakkında o kadar çok yazıldı ki; burada tekrar etmeye niyetim yok; ilginenenler Pınar Selek ile dayanışma içinde olan arkadaşları tarafından hazırlanan siteden, Bianet’ten, Amargi’den, Yıldırım Türker’in yazılarından okuyanı hayretler içinde bırakacak bırakacak bu sürecin detaylarına ulaşabilir. 12 yıllık kâbus gibi geçen bu sürece rağmen, Pınar’ın hâlâ masallar yazıyor olabilmesi, halen daha hayata olan inancını yitirmemesi, halen daha gülebilmesi; “Bu hayatı bir masal gibi yaşamak istiyorum. Tabii mutlu sonla biten bir masal” diyen Pınar’la ona isnat edilen suçun ne kadar uzak olduğunu duyuruyor tüm dünyaya. İşte bu yüzden “Hep tanığız ve hâlâ adalet bekliyoruz” diyoruz ve son sözü yine Pınar’a bırakıyoruz…Işığıyla aydınlatıyor, sözleri bizlere rehber oluyor…

“Biz gerçekten masallara inanan çocuklardık. Çünkü güzel şeylerin olabileceğine inanan bir ortamda yetiştik. Bugün beni hâlâ ayakta tutan, o zamanki ruh halim…Saflıkla, dürüstlükle devam ettiğinde mutlaka mucizelerle karşılaşıyorsun. Benim zor bir hayatım oldu ama hiç mucizesiz kalmadım.

Eğer masal duygusunu yitirirsen, sürekli gerçekliğe tosluyorsun ve çoğu zaman gerçekliğin içinde sürükleniyorsun. Sevgilerimiz, arzularımız, duygularımız tüketim makinesinin içine akıp başka şekillere bürünüyor ve bize yabancılaşıyor. Böyle yaşamaya devam edemeyiz. Mutllu olmak için, özgürlüğe, adalete alan açmalıyız. Gücümüz neye yetiyorsa, onu yaparak…Kimimiz yol açarız, kimimiz maskeleri düşürürüz, kimimiz de başka şeyler…Umutlu ya da umutsuz olmak bir şey değiştirmiyor. Emek harcayınca, güzellikler de büyüyor. İnsanlar değişiyor, çok heyecan verici özgürlük deneyimleri yaşanıyor. Sadece bunun için bile uğraşmaya değer…”


Gracias A La Vida

5 Aralık 2010 Pazar

ADALET TALEP EDİYORUZ...


Evimin yakınlarında, Kartal’da, dünyanın en büyük Adalet Sarayı inşa edilmektedir. Avrupa’nın en büyük Adalet Sarayı’nın yapımı da Çağlayan’da devam etmektedir. Her iki bina da bitme aşamasında. Yani, yakın gelecekte ülke olarak Avrupa’nın ve dünyanın en büyük adalet saraylarına sahip olacağız. Diğer taraftan da,



-Hrant Dink davasında; çocuktan katil üreten muktedirlere nazire yaparcasına katilden çocuk yaratılmaktadır. Ogün Samast, çocuk mahkemesinde yargılanacak…



-Pınar Selek davasında; bilirkişi raporlarına, Pınar Selek’i suçlayan kişinin sonradan ifadenin işkence altında alındığını defalarca söylemesine ve bu kişinin beraat etmiş olmasına rağmen; Pınar Selek müebbet hapis cezasıyla karşı karşıya...



-"Hayata Dönüş" operasyonuyla ilgili davada; üzerinden geçen 10 yıla rağmen operasyona katılan komando erler dışında kimseye dava açılmadı...



-Babasıyla birlikte evinin önünde öldürülen 12 yaşında Uğur kaymaz davasında; Uğur Kaymaz’ı öldürmekle suçlanan dört polis beraat etti...



-Kemal Türkler davasında; 30 yıl önce öldürülen DİSK liderinin davası zamanaşımına uğradı...Dava 26 yıl sürdü...




Daha büyük adalet saraylarına değil, daha çok adalete ihtiyacımız var...Hrant için, Pınar için, Uğur için ve diğerleri için adalet talep ediyoruz....






Gracias A La Vida