30 Ağustos 2010 Pazartesi

ÇOCUK



geçmişimin intikamıyım ben. yaşayamadığım çocukluğun. boyun eğmişliğimin. öğretilmişliğin.


yaşamım bir kontrasttan ibaret. 10 yaşına kadar olduğum şeyi reddetmekle geçti o yaştan sonraki tüm yıllarım. çünkü çocukluğun intikamı alınamıyor. çocukken hapse tıkıldıysa bir insan acısı hiç dinmiyor. izin vermedilerse çocuk olmana, içindeki neşe bir daha asla geri gelmiyor. kendini eğlendirmeyi büyüyünce öğrenemiyor insan.


sadece çocuklar kendilerine başkalarının göremediği dünyalar yaratabiliyor.


Gand

28 Ağustos 2010 Cumartesi

ANAYASO


Gul, gurban olduğum Hökümet Baba!

Baa bir alfabe veremez miydin?
Gara dağlar gar altında galanda
Ben gülmezem
Dil bilmezem
Şavata'dan Hakkari'ye yol bilmezem
Gurban olam, çaresi ne, hooy babooov?

Bebek yanir, bebek hasda, bebek ataş içinde
Ben fakiro,
Ben hakiro
Dohdor ilaç, çarşı bazar tam - takiro
Gurban olam bu ne işdir hooy babooov!

Çoçiğ ağliir, çoçiğ öliir, geçit vermiy Zap suyu
Parasizo,
Çaresizo
Ben halsizo, ben dilsizo, şeher uzah, yolsizo
Bu ne haldır, bu ne iştir hooy babooov!

Gara dağda, gar altında ufağ ufağ mezerler
Yeddi ceset hetim hetim Zap Suyunda yüzerler
Hökümata arz eylesem azarlar
Ben ketimo
Ben hetimo
Ben ne biçim vatandaşım hooy babooov?

Şavata'tan Angara'ya ses getmiir
Biz getmeğe guvvatımız hiç yetmiir
Malımız yoh
Yolumuz yoh
Angara'ya ses verecek dilimiz yoh
Ganadımız, golumuz yoh
Bu ne biçim memlekettir hooy babooov?

Yerin, yurdun adresesin bilmirem
Angara'da: Anayasso!
Ellerinden öpiy Hasso
Yap bize de iltimaso
Bu işin mümkini yoh mi hooy baboov?

ŞEMSİ BELLİ

27 Ağustos 2010 Cuma

EĞME BAŞINI


  • Birazcık çıkabilsen hayatın dışına. Böyle bir şey işte yaşamak. başına bir şeyler gelir. Bunları değiştiremezsin. Engelleyemezsin. Sadece dışında durman lazım. dışarıdan bakman lazım. başına gelenler için kimseyi suçlamadan hayatı olduğu gibi kabul etmekten başka şansımız yok. Herkes bir şeyler yaşıyor. Kimileri çok büyük acılar kimileri ise sıradan, hareketsiz ve hatta sıkıcı hayatlar. Yaşamın dinamiğini değiştiremezsin. Evet dünyada değiştirebileceğin şeyler var. Ama hayatın akışı her zaman devam edecek. Bu akış sırasında başına bir sürü şey gelecek. “Neden her şey kötü” diye isyan edip durmanın zaman ve enerji kaybı olduğunu elbet anlayacaksın. Üzgünüm ama özel değilsin. Kötü şeyler herkesin başına geliyor ve insanlar yoluna devam ediyor. Başka şansımız yok ki Yankı. Durup olaylara hesap soramazsın neden benim başıma geldiniz diye. Ya da istersen sor, hahaha. Sor bakalım ne cevap verecekler sana. Acıların sana neler öğrettiğini, sana kaç basamak birden atlattığını zamanla görecek ve hatta bu kadar öğreniyor olmaktan keyif alacaksın. Şimdi sana polyannacılıkmış gibi geliyor. Ama bak hayat senin gibi tutkulu çocukları öyle bir alır yere çalar ki neye uğradığını şaşırırsın. En çok yaşama olan bağlılığın umutlandırıyor beni. Sen bu kadar coşkulu olduğun sürece başına da asla sıradan şeyler gelmeyecek. Çok seveceksin, çok üzüleceksin. Ama sonunda kocaman, yağlı, çikolatalı bir pasta yemiş gibi hissedeceksin kendini. Aklına gelebilecek en büyük hazları yaşamış olacaksın. İşte o zaman anlayacaksın bedenin dışına çıkmanın ne demek olduğunu. Kendi bir tanrı misali yukarıdan izlemeye başladığında, başına gelenlerin, gördüklerinin, anladıklarının daha bir sürü insan tarafından da yaşandığını anladığında, yani özel olmadığını anladığında rahatlayacaksın. Çünkü o zaman zincirlerin kalmayacak. Şimdi, kendini zincirlemişsin sen. Ödevler yüklemişsin. Hayattaki tüm suçların cezasını geri kalan herkes yerine çekiyor, dünya daha güzel bir yer olmadı diye çilekeş rahipler gibi kırbaçlıyorsun kendini. Sanıyorsun ki kendini acıyla terbiye etmek insanlığın geri kalanını iyileştirecek… biliyorum Yankı, bu hisse engel olamazsın. Neden bilmiyorum ama bir şekilde kendini peygamber gibi hissediyorsun. İşte bu senin zincirin. Zincirini kırdığın gün –umarım o gün gelir- kuş gibi havalanacaksın. Bedeninden sıyrılacak, rahatlayacaksın. Belki o zaman bakkalın çırağını sürekli azarlamaktan vazgeçer, ona teşekkür edersin. Eleştirmek ve saldırmaktansa sıcak bir gülümseme, karşılıksız bir teşekkürün insanlarda daha büyük değişimler yaratabileceğini anlayacaksın.


-         
Sonra uyandım. Ter içindeydim. Ağlıyormuş gibi sıkıyordum gözlerimi. Oysa tek damla yaş yoktu. Canım öylesine yanıyordu ki… üzerimden atmak için yıllarca uğraştığım suçluluk duygusu karabasan gibi çökmüştü yine üstüme. Neredeyse nefes alamıyordum…
Oysa… annem haklıydı. Daha ilkokuldayken öğretmen, hasta olduğu için okula gelmeyen, pek de çalışkan olmayan bir sınıf arkadaşıma “Bak Yankı’ya. Raporlu olduğu halde geldi derse.” demişti. Aklı sıra beni övüyordu. Bense öleceğimi sandım. Zavallı çocuk ayağa kalkmış (konuşurken bizi ayağa kaldırmaları ne kadar aşağılayıcı. Yaptırdıkları her davranış sadece otoriteyi kabullenelim, içimize işlesin diye), boynu bükük öylece dinliyordu öğretmeni. Öleceğimi sandım. Çok kızdım kendime. Keşke derse gelmeseydim dedim. Oysa gelmiştim çünkü kendini eğlendiremeyen bir çocuktum. Tek bildiğim büyüklerin bana öğrettiği şeyleri yapmaktı. Övüp durdukları o çalışkanlık, birey olamamaktan, başımın çaresine bakamamaktandı. Bir çocuk olarak yapabildiğimi hatırladığım tek aktivite büyüklerin gözüne girmekti. Beni takdir etmelerini sağlayacak her tür davranışı sergilemekte ustaydım. Ama ne bir çocuk oyunu ne de özgün bir davranış… ben sadece “iyi” biriydim. Olması gerekendim. Ama asla bir çocuk olamamıştım. Olmam gerektiğini söylememişti kimse. Bense, kendimi dinleyemeyecek kadar korkaktım. Öğretmene bunları itiraf etsem ne hissederdi acaba, hahahaha. Beni övdüğüne pişman olur ve hatta yerin dibine girerdi. O zavallı çocuk da daha o yaşta iradesini kullanma cesareti bulduğu için kendisiyle gurur duyardı. Bazen insan zamanı geri çevirmek ve geçmişi değiştirmek istiyor. O sınıfa gidiyorum, kimseye görünmeden boynu bükük çocuğun yanına süzülüyorum, kulağına sessizce “Dik tut başını. Sen yanlış bir şey yapmadın. İçinden geldiği gibi davrandın. Sen, tüm öğretmenler daha çok ve doğru yol göstereceksin kendine. Başını hiç eğme önüne. Yanakların kızarmasın. Çünkü bu öğretmenler aslında bir şey bilmiyor.” diyorum…

Gand

22 Ağustos 2010 Pazar

"MARTILAR Kİ SOKAK ÇOCUKLARIDIR DENİZİN"




Can Yücel’i 12 Ağustos 1999’da kaybedişimizin üzerinden 11 yıl geçti. Çok sevdiği günebakan çiçekleriyle yine çok sevdiği Datça’da toprağa verilmişti. Can Baba’ya dair o kadar çok şiir-anlatı-anekdot vardır ki, hayatın içine bu kadar yayılmış birisi olarak onu anlatmak için hangisinden başlasan yine de çok şey eksik kalacak gibi. Yani, bu çokluk, aynı zamanda onu anlatmayı da çok zor bir uğraş haline getirmektedir. Hatta bu yazıya başlık düşünmek bile başlı başına bir mesele halini almıştı ki; birden yıllar öncesinden kızı Su Yücel’in resimleriyle Can Yücel’in dizelerini bir araya getiren çalışmalardan birindeki şu dizeyi hatırlayıverdim: “Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin”.

Can Babanın bu dizesini ödünç alarak O’na şiirimizin martısı, sokak çocuğu demek herhalde en güzel tanımlamalardan biri olacaktır. Şiir dilini o kadar farklılaştırmıştı, argoyu-sokağın dilini şiirin içine o kadar iyi yerleştirmişti ki; 68 kuşağının en önemli devrimci kişiliklerinden biri olan Deniz için yazdığı “…Acıyorsam sana anam avradım olsun, Ama aşk olsun sana çocuk, Aşk olsun!” dizesi hiç yadırganmamış, birkaç neslin hissiyatına tercüman olmuştu. Yine “Sararıp dökülmeden önce kızaran yapraklar” olarak tanımladığı ve “Benim onlardan gayri kimim var” dediği “Şarabi Eşkıyalar” da bir dönemin insanlarına dair en güzel tanımlamalardan biridir. “Bir gece sevgi duvarını aşan” ve “Yalnızlığım benim çoğul türkülerim, ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” diye seslenen kocaman bir yürekti Can Baba. Bunların dışında herkesin yıllardır birbirine anlattığı anekdotlar (tüzük-büzük, kartpostal'a karşılık kart-postal, vb) da işin renkli tarafı. Umarım bunları bilen kitleler onun şiirlerini de yeterince okuyordur. Nazım Hikmet’in ölüm haberini okumamak için BBC’den istifa etmesi ise benim açımdan en önemli detaylardan biridir…

O’nu bütünüyle anlatmanın çok zor bir uğraş olduğunu bilerek, bunun yerine, aynı zamanda çok iyi de bir çevirmen olan Can Baba hakkında kısaca birkaç kelam etmek isterim. Çevirmenlerin bilinçli olarak yanlış çevirdiği metinler mi dersin, ideolojik-tarihi olarak kendine yakın bulmadığı ifadelerin metinden tamamen çıkarılması mı dersin, çeviri dünyası da dönem dönem yüksek sesli tartışmalara sahne olur. Her “çeviri” tartışmasında da illa ki Can Yücel’in adı geçer. Temel soru da şudur: İyi bir çeviri, metnin aslına sadık kalınarak mı çevrilendir, yoksa çevirmenin dili-üslubu çeviriye yansıtılmalı mıdır? Yine Can Babaya atfedilen, kadınlar için doğru olmasa da çeviri için doğru kabul edebileceğim bir aforizması vardır: “Çeviri kadın gibidir, güzeli sadık olmaz, sadığı da güzel olmaz”. Zaten çevirilerini de bu felsefeyle yapmıştır. Yoksa Shakespeare’den ”To be or not to be” yi “Bir ihtimal daha var, O da ölmek mi dersin” diye çevirmek başka nasıl açıklanabilir ki? Ya da Shakespeare’den “Seni yalnız komak var, o koyuyor adama” dizesini duymak için insanoğlu daha kaç yüzyıl beklerdi? Bu çevirileri okuyunca, İngilizlerin Shakespeare’i Can Yücel’in çevirisinden değil de, kendi orijinalinden okumalarının ne kadar büyük bir kayıp olduğunu düşünmeden edemiyor insan (!). Oysa tam tersidir genelde düşünülen; çevirinin şiirin pırıltısını alıp götürebileceği, şairi de şiiri de öksüz bırakabileceği söylenir yaban ellerde. Ama mesele Can Baba olunca her şey başkalaşıyor demek ki. Çünkü; “Başka türlü bir şey O’nun istediği, ne ağaca benzer, ne de buluta…”

İşte 66. sone’nin orijinali ve Can Yücel çevirisi…


SONNET 66

Tired with all these, for restful death I cry,
As, to behold desert a beggar born,
And needy nothing trimm'd in jollity,
And purest faith unhappily forsworn,
And guilded honour shamefully misplaced,
And maiden virtue rudely strumpeted,
And right perfection wrongfully disgraced,
And strength by limping sway disabled,
And art made tongue-tied by authority,
And folly doctor-like controlling skill,
And simple truth miscall'd simplicity,
And captive good attending captain ill:
Tired with all these, from these would I be gone,
Save that, to die, I leave my love alone.



66. SONE

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,

Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.

Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,

Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,

Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,

O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,

Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,

Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,

Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,

Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,

Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,

Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e

Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,

Seni yalnız komak var, o koyuyor adama



Gracias A La Vida


15 Ağustos 2010 Pazar

DÜNYADA NELER OLUYOR 2

Obama ailesi golf oynuyor.

İsrail 2.75 milyar dolara 20 ate F-35 uçağı almaya hazırlanıyor.

Japon başbakanı 2. Dünya Savaşı kurbanları için özür diliyor.

Hindistan'ın Kaşmir eyaletindeki olaylarda son 2 ayda 57 kişi öldürüldü.

Sri Lanka ekonomisinin bu yıl %7 büyümesi bekleniyor.

ABD hükümeti ve BP, "sızıntı"nın kontrol altında olduğunu bildiriyor.

Güney Kore Japon kolonizasyonundan kurtuluşunun yıldönümünü kutluyor.

Fransa'da 1930'ların geleneksel Fransız müziği eşliğinde dans festivali yapılıyor.

Gand

14 Ağustos 2010 Cumartesi

KADER- TESLİMİYET


Türk sinemasının en iyi birkaç filmden biri; Zeki Demirkubuz’dan “Kader”. Filmin finalindeki diyaloglar ise, aynı kişilerin farklı dönemlerini anlatan “Masumiyet” ve “Kader” filmlerinin ana temasını oluşturuyor; izleyenleri adeta yerine çiviliyor, filmin kahramanlarının bütün yükünü izleyenlere de aktarıyor ve perdeyi kapatıyor. “Acı, yoksulluk, gözyaşı ve kötülük ile büyüyen bir aşkta” Bekir'in Uğur'a, kaderine teslimiyeti diye adlandırabileceğim final sahnesi…


Uğur: Neden geldin?

Bekir: Biliyorsun.


Uğur: Ne diyim ben şimdi sana?

Bekir: Hiçbir şey deme, bir tek kalmama izin ver yeter, bak söz veriyorum bu sefer hiçbir şeye karışmayacağım.


Uğur: Kaç defa denedik biliyosun, nasıl inanayım sana?

Bekir: Söz veriyorum, eğer durmazsam kovarsın.


Uğur: Ya bela çıkarırsan?

Bekir: Çıkarmam.



Uğur: Ya çıkarırsan?

Bekir: Çıkarmam ya, baktım olmuyor, bir kenarda kafama sıkarım!


Uğur: Manyak manyak konuşma!

Bekir: Eğer sıkmazsam s.ksinler! Benim de bir gururum var be.


Uğur: Gördük. Son defasında bütün Konya’yı ayağa kaldırıp gittin.

Bekir: Sen de aşağılama bizi, o taa ne zamandı.


Uğur: Ben dönmenden yanayım. Artık iki çocuk babasısın.

Bekir:Bunu yapma bana.


Uğur: Sen de yapma, benim için hava hoş, iyi bile olur. Ama insaniyetli olmaz. Sana da yazık, ailene de!

Bekir: Sen de anla artık başka yolu yok bunun. Yazıkmış, kılmış, tüymüş hepsi hesap edildi bunların ya, her şeye hazırım diyorum sana. De ki iyilik ediyorsun, de ki sevap işliyorsun, herkesin inandığı bir şey vardır bu .mına koyduğumun hayatında. Benimkisi de sensin, ne yapıyim! Geçen gece çocuk hastaydı. İlacı bitmiş, almak için dışarı çıktım. Sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz. Birden durup dururken içim cız etti. Bi baktım gene aynı karın ağrısı. Öyle özlemişim ki seni. Dönerken bir meyhane gördüm. Bi tek içeri girdiğimi hatırlıyorum, bi de rakıya yumulduğumu. Arkasından en az dört cigaralık. Sonra gözümü bi açtım, karşıdan karlı dağlar geçiyor. Bi daha açtım, başımda bi çocuk; “Kalk abi” diyor “Kars’a geldik”. Otobüsten indim, yürümeye başladım. Dedim: “Allahım nerdeyim ben, burası neresi?”. Sonra güç bela burayı buldum. Kapının önünde durup düşündüm. Dedim, “Bekir, bu kapı ahiret kapısı, burası sırat köprüsü, bu sefer de geçersen bi daha geri dönemezsin.”. “İyi düşün” dedim. Düşündüm, düşündüm ama olmadı, dönemedim. Sonra “Bak oğlum” dedim kendi kendime. “Yolu yok, çekeceksin, isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli, eğ başını, uslu uslu yürü şimdi.”

Gracias A La Vida

10 Ağustos 2010 Salı

İNSANOĞLUNUN BÜTÜN CİNAYETLERİ






Gand: yeniden doğmak için parçalanan bir tanrıymışım sanki, üstleniyorum insanoğlunun bütün cinayetlerini, değişebilsin diye mevsimler, dünya yenilenebilsin diye, devam edebilsin diye doğumlarla ölümler...
Aslı Erdoğan

Gracias A La Vida: bu hatun güsel ama çok karışık yazıyo...taş bana ve diğerleri diye öykü kitabını okumuştum geçenlerde...bayağı ağır metinlerdi...

Gand: ben de kırmızı pelerinli kent'i okudum. o kadar ağır değildi, ama ne kadar ağır yazabileceğinin de bir kanıtı gibiydi :)
sonuçta tarzım değil açıkçası... sevmedim, bi daha da okumam böyle köşe yazısı olmadığı sürece.

ama bu cümleye bittim...

bir de duygu asena öldüğünde ece (Temelkuran) onunla ilgili hatırasını anlatmıştı. duygu ece'ye "kendini bu kadar hırpalama" demiş... yani dünyada olanlardan dolayı, yaz, araştır, konuş ama kendini bu kadar hırpalama diye...

oysa ne de zor kendini dışarda tutmak. bir kere hepimiz sorumluyuz. ama tek tek çok güçsüzüz... kitlelerin hareketlenip birlikte devrim yaptığım bir yer-zaman'da da değiliz...

evet, kendi kendine acı çektirmek de çözmüyor hiçbir şeyi... yani bu seçim bıçak sırtı, umursamayıp "bana dokunmayan yılan"cılardan mı olacaksın yoksa sürekli kötü olayları/olasılıkları düşünüp tövbe etmek için kendini kırbaçlayan rahipler gibi mi olacaksın???

cevabı bulmam uzun yıllarımı aldı :) sanırım hem min. düzeyde acı çekeceksin (bütünüyle yokedemedim en azından ben) hem de elinden geleni yapacaksın... bir blogda yazmak kadar basit de olsa :)

Gracias A La Vida: yıllar önce bi arkadaşım "bu kadar kanın, gözyaşının, yoksulluğun olduğu yerde mutluluk sahtedir, bu dünyada mutlu olunmaz" demişti...depresif bi ruh hali gibi gelmişti ama hakikatı kendine rehber edinmiş insanlar için zorunlu bir durum gibi...Adorno daha ileri gidip "Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarlıktır" demiş...



9 Ağustos 2010 Pazartesi

ATOM BOMBASI SALDIRISI’NIN 65. YILDÖNÜMÜ









6 Ağustos, Japonya’ya atom bombası atılmasının 65. yıldönümüydü. ABD bu insanlık suçu için hala özür dilememiş durumda… Bu arada Japonya başbakanı ABD’den özür beklemediklerini, nükleer silahsızlanmanın daha önemli olduğunu açıklıyor…

Atom bombasından sonra ABD tamamen bilimsel araştırma amaçlı Atom Bombası Kazazede Komisyonu** kurmuş ve doktorlarını Japonya’ya göndermiş. Bu doktorlar araştırmaları sırasında herhangi bir tedavi uygulamamış. Zira tedavinin atom bombasından dolayı pişmanlık ya da özür anlamına geleceğini düşünmüşler! Ayrıca araştırma sonuçlarını da uzunca bir süre paylaşmamış.

*Videodaki şarkı, Nazım Hikmet Ran'ın Kız Çocuğu adlı şiirinin İngilizce'sinin bestelenmiş halidir. Seslendiren This Mortal Coil'dir.
**Orijinal adı Atomic Bomb Casualty Commission’dır. Casualty, acil servis vb. anlamlarda kullanılıyor olmakla birlikte, Komisyon’un görev tanımının yalnız bilimsel araştırma olması, hastalara herhangi bir tedavi uygulamamaları nedeniyle acil servis vb.  bir çevirinin anlamı manipüle edeceğini düşündüm. 

Gand

8 Ağustos 2010 Pazar

DÜNYADA NELER OLUYOR 1



Norveç’te sauna yarışları yapılıyor. 100 dereceye kadar ısıtılmış saunalarda en uzun süre kalan kazanıyor. Yarışma sırasında ölen ya da komaya giren çok sayıda yarışmacı var…

Gazze’nin en önemli elektrik santrali şu günlerde çalışmıyor. İnsanların büyük çoğunlupu jeneratör alacak kadar zengin değil. Yiyecekler bozuluyor, hastaneler zor koşullarda hizmet veriyor. Bu arada halk serinlemek için kirliliği ciddi boyutlarda olan denize giriyor…

ABD’de hortumları izletmek için turistik geziler yapılıyor.

Pakistan tarihinin en büyük sel felaketini yaşıyor. Milyonlarca insanın etkilendiği felakette henüz bir çok bölgeye yardım ya hiç gitmemiş ya da yetersiz kalmış durumda. Açlıkla ve selin getireceği hastalıklarla burun burunalar.

Gand

3 Ağustos 2010 Salı

"Türkiye'nin ratingi yüksek olan TV'lerinin haber bültenlerinde yer alan şiddet unsuru" ya da “Başlarken”...




Bu blog daha özgür bir dünyaya olan özlemin esintisidir. Daha özgür bir iletişim, farklılıkların dışavurumu içindir...

Gand



***
" Türkiye'nin ratingi yüksek olan TV'lerinin haber bültenlerinde yer alan şiddet unsuru”.   Mailbox’ıma yakın zamanda açılacak olan bloga yazılacak ilk konunun bu olduğuna dair bir mail düşünce, hemen “Başka bir seçmeli ders mi alsam acaba?” şeklindeki öğrencilik refleksim devreye girdi. Mail sahibinin ciddiyeti ve üniversiteyi bitirmemin üzerinden geçen yılları dikkate aldığımda daha başka bir yol bulmam gerektiğini anlamam çok uzun sürmedi...

Ancak bir taraftan da yeni kurulan bir blog’daki ilk yazı bu mu olmalı, sorusu sürekli kafamı kurcalıyor. Ne bileyim, bir şekilde internette ilk başlığı bu olan bir bloga rastlasam heralde sosyologların ya da iletişim fakültesi öğrencilerinin-mezunlarının fikir beyan platformu diye düşünürüm. Ne yazık ki bu blogun yazarları arasında bu türden kişiler yok.  Ee, peki şimdi ne yapacağım? Bu konu hakkında birşeyler yazayım

ya da...

Hani adettendir, özellikle dergi gibi süreli yayınların ilk sayılarında,  “Başlarken” diye bir başlık atılır, altına da öncelikle genel hal ve gidişe dair tespitler yapılır, sonra da “meselelerinin” ne olduğu ve neyi hedefledikleri ifade edilir. Bugünkü finansal örgütlenmelerin moda deyimiyle vizyon-misyonlarını, daha güzel bir söylemle manifestolarını açıklarlar...

Bizim öyle büyük bir iddiamız yok. Bu blog fazlasıyla konu serbestliği olan bir yapı olacak. Blogların genelinde olduğu gibi herkes kendince birşeyler karalayacak. Hayat-memat, sinema, müzik, edebiyat, futbol, vb. insana ve yaşama dair ne varsa söz söylemeye çalışacağız. Peki bu konu-yazar çeşitliliği hiçbirşeye angaje olmayacağımız anlamına mı gelecek? Yani, hiç mi “meselemiz” olmayacak? Pek öyle değil...Ne yazarsak yazalım başarabildiğimiz ölçüde “başka ve daha güzel bir dünyanın mümkün olabileceğine dair tutkumuzdan” beslenecektir. En azından niyetimiz budur, klavyemiz sürçerse şimdiden affola...

Bu da bizim “Başlarken” yazımız olsun...


Gracias A La Vida