11 Eylül 2010 Cumartesi

“YÜRÜMEK”-3: KADIN ELÂ


“Ben bu adayı on gün önce sevmişsem; bu denizi, kumu, güneşi, bu bizi bize bırakan, bırakmayı bilmiş halkı, onların şaraplarını, horalarını, ikonalarını sevmişsem, bugünün sabahını, çıkarma gemisinin gelişini, bu gemiyle bütün bunlara açılan savaşı nasıl sevebilirim? Hangi doğru bu sevgiyi haksız çıkarabilir? Bu doğulu, ürkek, ne yapacağını, neyi, niçin, ne zaman yapacağını bilmeyen, ürküttükleri halktan daha haklı nedenlerle, tanımadığı bir eve karanlıkta bırakılmış bir kedi gibi ürken bu asker bakışlarını sevmişsem, onları bu korkuya salan, bu ayrılığa, bu sılaya, yabancılığa salan, aslında hep haksızlığa uğramış bu insanları haksızmış gibi gösteren nedenleri nasıl sevebilirim? Bütün bunlara gerçek, doğru, kaçınılmaz gibi anlamları nasıl verebilir, bu adları nasıl takabilirim? Seni tek başına, bunları görmeden, duymadan, düşünmeden nasıl sevebilir, sevgimi bunlardan nasıl sıyırabilirim? Bu denize, bu güneşe, bu birbirlerinden korkan, birbirlerini suçlayan bakışların bir yerlerine seni bağlayamazsam nasıl sürer anlarımız? Seni bütün bunlardan, bu denizden, şaraplardan, horalardan, bu el uzatmayı bilen ve unutan insanlardan ayrı bir eşya gibi nasıl sevebilirim? Ben sana benzesem de, sen bana benzesen de, biz birlikte bu haksızlıktan ayrı, yabancı, kopmuş gibi benzerliksek nasıl sevişebiliriz? Birbirimizin kopyasıysak yalnızca, hangi noktada başlayıp, hangi noktada yükselir tat alışlarımız? Kendi kendini sevenlerin, kendi kendine tat verenlerin, tadın hemen ardından duydukları sıkıntılı utancı duymaz mıyız? Bir gün, bir postanede rastlamış iki insanın birbirlerinden alabildiğine hoşlanmış olmaları güzel geçici bir rastlantı mı yalnızca? “Birine rastlamış sevmiş, tat almıştım, şimdi geçti, hiçbir iz kalmadı bende” denebiliyorsa, bu rastlantıyı unutmak, hiç olmamış saymak gerekmez mi? Benim sana, senin bana verdiğimiz yalnızca bir tatsa, bu alışveriş niçin bir “hadi eyvallah!”la bitmesin? Ben yalnızca senin için güzel olacaksam, sana beğendirmek için kendimi, olanları umursamayıp en güzel bakışımla geleceksem yatağına, sen bütün bunları unutturacaksan bana, unutturmak için hiç bakmayacaksan pencereden, o kısa unutma anından sonra, vücutlarımızın bize acı veren gerginliğini giderdikten sonra bu pencereyi kapatarak unuttuğumuz, dışında, uzağında kaldığımız dünya nasıl yabancımız olursa, öyle yabancı oluruz birbirimize. Bir kısa anın ardından ayrı yönlere giden trenlere bineriz. Ya da o trenlere bile yetişemeyip tükenmişin üstünde çoğalırız.”

“ Elâ sergi kapısını açıp dışarı çıktı. Şimdi biraz öncenin, renklerini getirdiğini sürdürmek gerekli değil. Temiz hava. Temiz havaya çıkmak için önce soluksuz kalmanın ne gereği var? Kimse kendiliğinden bir şeyi bırakmıyor, kapanmış bir kapının tokmağını bile; öyle eli tokmağa yapışmış, kapının sadece kapanmış olduğunu, açılabileceğini unutmuş, tokmağa yapışmış eller. Hava serin, erken kararıyor ortalık. Yürümek, dönüp bakmamak arkaya. Arkada ne var? Yan yana asılı duran resimlerin korkutucu düşlerle yüklü can sıkıcı renklerinden başka. Susmak, tanımak, sevmek. Üşüdü, geri döndü, paltosunu aldı vestiyerden.”

(Sevgi Soysal’ın “Yürümek” adlı romanından)

Gracias A La Vida

Hiç yorum yok: