11 Eylül 2010 Cumartesi

NE ÇOK SEVERDİK SENİ AKLINA GETİR


Tatilimin son 3-4 günlük kısmında, ne yazık ki hızlı bir şekilde yeni bir Alaçatı-Bodrum olma yolunda ilerleyen Bozcaada'daydık. Kaldığımız otele dair kısa bir tarihçe: 1800’lü yıllardan itibaren Rum ilkokulu olarak hizmet verirken 1923’te kapatıldıktan sonra Türk ilkokulu olarak 1963 yılına kadar hizmet vermiştir. Daha sonra yıkılmak üzere ve çok kötü haldeyken 1986 yılında restore edilerek otel haline getirilmiş. Otelin restore edilmeden önceki fotoğrafları uzun yıllar bakımsız ve ilgisiz kaldığının göstergesiydi. Netice itibariyle güzel-mütevazı bir otel olmuş.


Aslında ülkenin hemen hemen her karış toprağında karşılığı olan bir anlatı, memleketin bu batıya en yakın topraklarında da geçerli; geçen yüzyıl içinde, bu topraklarda başka milletlerden başka dinlerden insanlar da vardı. Bu insanların kendilerine ait evleri, mahalleleri, okulları, ibadethaneleri, işyerleri, dilleri, şarkıları vardı. Evet, azınlıktılar ancak bu kadar “az” değillerdi. Geçen yüzyıl boyunca sürdürülen bilinçli ve sistematik politikalar (“Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, Amele taburları, Varlık vergisi, 6-7 Eylül, vb.) sonucunda, bu topraklarda yaşayan insanları tek tipleştirme politikası büyük oranda başarıya ulaştı muktedirler açısından. Artık derin bir nefes alınabilirdi, çünkü gayrimüslim olan “ötekilere” dair olan her şey (insan, bina, vb.) “Göç etmiş, Eski, metruk, kullanılmaz, virane, kapalı, yasak” gibi sıfatlarla anılmaya başlanmıştı ve azınlıklar gerçekten de “az”ınlık olmuştu.


İşte böyle bir “metruk, bakımsız” “eski” bir Rum ilkokulunun restore edilmesinden oluşan otelin bir diğer özelliği ise bu yazıya sebep olan hususdur; her bir odanın ayrı bir şaire ayrılmış olması. Her odanın kapısında, oda numaralarının yanı sıra bir şairin ismi ve dizeleri işlenmişti. Odamıza gitmek için diğer odaların yanından geçiyoruz; şairler dizeleriyle selamlıyorlar; Nâzım Taranta Babu’ya yaşamanın ne kadar da güzel olduğundan söz ediyor, Can Yücel yine martılarla sohbet halinde, Cemal Süreya sevdiğine konduracağı öpücük sayısının niye hep yetersiz kalacağını izah ediyor ve diğer şairler hayatla, ölümle, aşkla ilgili meramlarını dile getiriyorlar : Attila İlhan, Turgut Uyar, İlhan Berk, Edip Cansever, Ataol Behramoğlu, Cahit Sıtkı ve nihayet odamıza geldik; Ümit Yaşar Oğuzcan. Çok anlamlı bir şey değil ama insan gene de çokça okuyup bildiği-sevdiği bir şairin odasında kalmak istiyor; sanki o kısacık tatil boyunca onunla aynı odayı paylaşacak, şiirleri üzerine konuşabilecek, tatil daha güzel geçecek gibi. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın sadece birkaç şiirini okumuşumdur, ne yazık ki ona dair hatırladığım detaylar şiiriyle ilgili olmadığı gibi pek de iç açıcı değil. Üç kez intiharı denemiş ve başarılı olamamış. Ancak, 17 yaşındaki oğlu, ona nazire yaparcasına intihar ederek hayatına son vermiş. İntiharların gerekçesini-o dönem yaşanmışlıkları bilmiyorum ama babalar ve oğullar arasındaki ilişki zaten çetrefilli bir ilişkidir. Ümit Yaşar’da bu iyicene karmaşık ve dramatik bir hal almış ne yazık ki.

Ümit Yaşar’a dair bu tatsız ayrıntılar düşüncelerimi kurcalarken, odaların dışında otelin muhtelif yerlerine konumlandırılmış olan alıntılardan biri her şeyin önüne geçti:


“İnsanın zor zamanda tutunacağı,

Bir dal umut vardır ya yüreğinde;

Benim de gönlümde bir isli sacayağı,

Hâlâ duruyor küller içinde”


Dizeler Sivas’ta 1993 yılında katledilen şairlerimizden Metin Altıok’a aitti. Kitlelerce en çok bilinen şiiri, Onno Tunç’un bestelediği Sezen Aksu’nun 1988 yılında “Kavaklar” adıyla seslendirdiği “Öndeyiş” dir. Hani o “Ah kavaklar, kavaklar / Bedenim üşür, yüreğim sızlar” şeklinde başlayan “Beni hoyrat bir makasla / ah eski bir fotoğraftan oydular / Orda kaldı yanağımın yarısı / kendini boşlukla tamamlar / ah omuzumda bir kesik el ki, hâlâ durmadan kanar/…” diye devam eden muhteşem dizeler. Beste şiire o kadar yakışmış, Sezen Aksu bu müzik işçiliğine o kadar güzel ses vermiş ki; yıllardır dinlemediğim bu şarkıyı günlerdir evde, yolda, arabada, müzik dinleme olanağım olan her yerde dinlemekteyim, dinleyemediğim zamanlarda da şarkı sürekli kafamın içinde dönmekte…

Bu dünyada kendini “bir acıya kiracı” olarak gören ve şiirlerinde yangın-kül-ölüm-acı temalarını sıkça işleyen Metin Altıok'un, hayatını Sivas katliamında bir yangında kaybetmiş olması acı bir tesadüf müdür yoksa şair önsezisi midir, bilinmez. Kendisinin yönlendirenin hep acı olması dolayısıyla, kendisini tertemiz zamanlardan kalma bir garip leke olarak gören şairin hayatını kaybettiği Sivas katliamı ise; yaşadığımız çağın aslında bir vahşet çağı olabildiğini, ötekine dair nefretin her daim canlı olduğunu, daha fazla özgürlük için olmasa da vahşi bir katliam için binlerce gönüllünün hemencecik toplanabileceğini, “farklı” olduğumuz müddetçe korunaksız, tekinsiz bir hayat süreceğimizin sarsıcı bir kanıtı olan kapkara bir leke olarak belleklerimizde yer alacak.






Sivas katliamından sonra, olayların, katledilenlerin tahriki nedeniyle ortaya çıktığının ilan edilmesi ve katliama uğrayanların değil de katliamcı kitlelerin muktedirler tarafından hemencecik sahiplenilmesi, korunması; daha da dramatik bir durum olarak, insanların yakılarak öldürüldüğü otelin sonraki yıllarda bir dönem “Kebapçı” olarak kullanılması ise yine bu topraklarda sıkça karşımıza çıkan bir kültürün tezahürü gibi; muktedirlerin, yaptıkları hiçbirşeyden pişmanlık duymayan kibirli dili ve davranışları. Mazlumu değil de katili sahiplenen bu dil, adaletin yerini bulmasından geçtim, muktedirlerden en azından kuru bir özür bekleyen kurbanların yakınları için yaşanan kayıplardan daha çok acı verebilmektedir ne yazık ki. 33 kişiyi kurşuna dizdiği için resmi makamlarca cezalandırılan bir generalin aynı bölgedeki askeri kışlaya isminin verilmesi, AİHM’ye gönderilen savunmada, tüm hayatını Ermeni ve Türk halkları arasındaki kardeşlik üzerine kuran, ırk temelli her söylemin karşısında olan Hrant Dink’in nefret söylemi kullandığının iddia edilmesi, sonradan değiştirilse de Fener Rum patriğini idam ettiren Sadrazam Ali Paşa’nın isminin Patrikhane’nin yer aldığı sokağa verilmesi; hep aynı düzeneğin sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Vicdanlarda büyük yaralar bırakan olaylardan pişmanlık duyulması bir yana, sonraki dönemlerde bunların savunuluyor olması, gelecek dönemlerde de benzer acıların yaşanabileceği ihtimalini hep canlı tutmaktadır.

“Tahriklere” kapılan “duyarlı” kitleler 1955 yılında gösterdiği “tepki”nin bir benzerini, 1993 yılında da göstermişti. 1955 yılında da “Dur” diyen olmamıştı, 1993 yılında da “Dur” diyen olmadı. Zaten yukarıda yer alan 2. fotoğraf 1955 yılındaki 6-7 Eylül olayları sonrasındaki İstiklal caddesine, 3. fotoğraf ise 1993 yılındaki Sivas katliamı sonrasındaki Madımak oteline ait. Aynı olaya ait farklı görüntüler olarak ardarda koysak, acaba farkedilir mi?

İşte bu nedenledir ki; bu topraklarda halen daha barışa ve hayata dair her söz öfke ve şiddet ile karşılanıyor, bu nedenledir ki bu topraklarda hayat, ölüm üzerinden kurulmaya çalışılıyor, bu nedenledir ki en çok barış kelimesinden korkuluyor ve yine bu nedenledir ki; umutla, ısrarla ve inatla; silahların gölgesinden kurtulup hayatın üstünlüğünü savunmamız, başka bir dünya için, bu, her tarafından kan damlayan kirlenmiş muktedir dilini terkedip, yeni bir dil kurmamız gerekmektedir…

Aslında bu yazıya başlarken amacım, şiirlerle örülmüş bir otele ve şairlerine-şiirlerine dair birkaç söz söylemekti. Ancak ne yazık ki, bu topraklarda acıya akrabalığı olmayan bir şey bulmak zor olacağı için, restore edilmiş eski bir binadan söz ederken göç ettirilmiş azınlıkları uygulanan politikaları anmamak, şiirden bahsederken de şairlere reva görülen muamelelerden söz etmemek neredeyse imkansız gibi. Bu nedenle de, çıkılan nokta ile varılan nokta farklılaşabiliyor.

Yazıyı sonlandırmak için otele geri dönelim, yine bir şiire, Arif Damar'a ait olan “Gitme Kal” adlı şiire kulak verelim. Şair “gitme kal” talebini “var yok dinlemez bir çocuk isteği” olarak tanımlıyor. Buna rağmen gidenler hep olmuştur, gerekçeler ise türlüdür; yapacak bir şeyi olmadığı için gidenler, kaçmak için gidenler, mücadeleden yorulduğu için gidenler, terk edildiği için gidenler, terk edip gidenler, Kavafis'e inat nereye giderse gitsin kendini götüreceğinden habersiz olarak gidenler ya da bunu bildiği halde gidenler, kök salmanın özgürlüğünü kısıtladığını düşünen dolayısıyla kök salmak istemediği için gidenler. Arif Damar da “Gitme kal” diye sesleniyor. Gitmeyip kalması için çokça anlatıyor, gerekçelendiriyor, en nihayetinde diyor ki; “Ne çok severdik seni aklına getir”. Bu bile kalmak için tek başına yeterli bir neden değil midir kimi zaman…


GİTME KAL

Nice nice acıları aklına getir

Bunca yoksulluğu aklına getir

Gözyaşlarını aklına getir

"Gitme kal" var yok dinlemez bir çocuk isteğidir

Gitme aklına getir


Kıraç mı kıraç toprakların üstüne

Güneşler açar yağmurlar kesilince

Çırılçıplak kayada yeşerir inci ağacı

Dağların kuytusunda bir uslu çiçek

Dağıtır mavisini kendi kendine

Gitme beraberlik içinde

Nasıl sevinirdik aklına getir


Her şeyi her şeyi aklına getir

Gece yarılarını aklına getir

Söylediklerini aklına getir

Sinsi yağmurlar yağıyordu

Soğuktu

Yaktığımız ateşi aklına getir


Nelerden geçiyorsun aklına getir

Gitme dünyamızın her yerinde

Yorgun eller gülleri derleyince

Ellerin sevincini aklına getir

Güllerin sevincini aklına getir


Ne çok severdik seni aklına getir



Gracias A La Vida

Hiç yorum yok: