19 Mart 2012 Pazartesi

YOKLUĞUNDAN ÖLDÜ GÖNLÜM



Çocuk kucağında. Kapıyı çekmeden önce duraksadı, arkaya dönüp uzun uzun baktı. Evi hala sıcacık bir yuva gibi görünüyordu. Ona kucağını açmış, gitme der gibiydi. Geriye dönüp kapıyı hızlıca çekerken gözünden koca bir damla sızdı. Başka ne yapabilirdi ki…
Üniversitenin son yılıydı. Aynı sınıfta okuduğu Hakan’a karşı hisleri artık canına tak ettirecek kadar yoğundu. Bahar şenliğinde içtiği bir biranın da etkisiyle Hakan’ı arkadaşlarının yanından çekip konuşmuştu. Her zamanki umursamaz tavrıyla kendisinin de onu beğendiğini ama bu kadar yoğun şeyler hissetmediğini söylemişti. Hülya oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi uzaklaşmıştı Hakan’ın yanından.
Okul bitti, iş arama süreci, sınavlar, işe giriş, alışma süreci derken aradan üç yıl geçmişti. Bir gün telefonu çaldı Hülya’nın. İşteydi. Şaşkınlıktan açamadı telefonu. Bunca yıl sonra Hakan’ın numarası görünüyordu telefonda. Allak bullak olmuştu. Ama açamadı. Öyle endişelenmişti ki sesindeki sevinç ve heyecanı belli etmekten…
İşten sonra eve gittiğinde üstünü değiştirdi, yemek yedi, babasıyla biraz sohbet etti. Sürekli kaçıyordu… sonunda odasına gitti ve aradı.
“Merhaba?” şaşkındı…
“Merhaba Hülya, nasılsın? Müsaitsen bir ara görüşelim.”
“Olur…” Hala öyle şaşkındı ki daveti kabul ettiğinin bile farkında değildi.
“Tamam, ben ararım seni.” dedi ve kapattı.
Aradan günler geçti, arayan soran olmadı.
Bir ay sonra tekrar çaldı telefon. Yine işteydi. Açmak istemedi ama ertelemek, eziyeti daha da uzatmak olacaktı, o yüzden cevap verdi.
“Nasılsın?”
“İyiyim, sen?” hayal kırıklığıyla doluydu sesi ama karşıdaki bunu fark etmiyordu.
“İyiyim ben de. Müsaitsen bu akşam yemek yiyelim mi?”
“Peki.” Kabul ettiğine inanamıyordu. Tanıdığından beri hislerinin farkında olduğu halde hep umursamaz ve bencilce davranan, Hülya hep etrafında olsun ama o yine canının istediği gibi yaşasın tavrındaki bu işe yaramaz adamın teklifini böyle hemencecik kabul ettiğine inanamıyordu. Zaafı o kadar büyüktü ki karşısında eziliyor, aklı, mantığı başka türlü söylese de bir şey yapamıyordu. Her zamanki gibi Hakan gel diyordu ve Hülya gidiyordu.
Akşam buluştular. Sıkıcı sayılabilecek bir yemekti. Ama Hakan’ın tavırları her zamankinden daha kibardı. Mekanın kapısını açtı, masaya vardıklarında sandalyesini çekti, yemek boyunca “başka bir arzun var mı” gibi sorular sordu ve bitişte de hesabı ödedi.
Sonraki günlerde aralıklarla telefonu çalmaya devam etti. Hülya her seferinde buluşmayı kabul etti. Kibar davranışlarında bir inandırıcılık sorunu olsa da, beyaz atlı prensti o işte… tüm kadınların hayaliyle büyütüldüğü, hep aradığı ve evlilik çağı geldiğinde nasıl oluyorsa tam da o zamanda bulduklarına inandığı, çocuğunu doğurdukları prensiydi Hakan Hülya’nın.
Yakışıklıydı. Babası doktordu ve fena sayılmayacak bir servetleri vardı. Her zaman temiz ve düzgün giyinirdi. Çoğu espirisi zamanın komedyenlerinden çalıntı olsa da etrafındakileri güldürürdü. Bazen Hülya, insanların karizmasından ve arkadaş gruplarındaki lider karakterlerden biri olmasından dolayı herkesin onun espirilerine güldüğünden şüphe ederdi. Ama ne önemi vardı, komikti ve çok etkileyiciydi. Hiç kitap okumazdı ama sanki dünyanın tüm sırlarını biliyormuşçasına bir duruşu vardı. Futbol oynadığı için atletik bir vücudu vardı ve dik duruşu karizmasını besliyordu.
Buluşmaları fazla uzun sürmedi. Hakan evlenme teklif etti Hülya’ya. Daha annesine bile bahsedememişti ondan. Ama o kadar şaşırdı ve heyecanlandı ki hemen kabul etti.
Sonrasında ailelerin tanışması, nişan, düğün hazırlıkları derken kendisini sadece üç ayda kiralanıp döşenmiş bu evde buldu Hülya.
Hayalleri farklıydı. Evlenmeden önce birkaç yıl birlikte olmak ve tanımak isterdi bu adamı. Sonra evlerini döşerken Hakan’la birlikte seçmek isterdi mobilyaları, annesiyle değil. Ama olup bitmişti işte her şey. Hem nasıl karşı durabilirdi, o, Hakan’dı.
Sonraki aylar Hakan’ın ailesiyle haftada birkaç gün yemek, Polatlı’da yaşayan ananesini ziyaret, Niğde’deki kuzeninin düğünü derken çok hızlı geçti. Geleneksel bir ailesi olduğunu bu sayede anladı. Zaten daha evi döşerken Hülya’nın kitaplık alma isteğini çok tuhaf bulmuşlar, sonunda bir şekilde mobilyacı sipariş ettiği kitaplığı getirmemişti. O koşuşturmacada Hülya çok istese de yenisini alma fırsatı bulamamıştı. Evden getirdiği kitapları, ansiklopedileri bir süre balkonda kutuların içinde durmuş, günün birinde Hakan “bunlar ne böyle, kalabalık ediyor, götür bunları geri” deyince annesinin evine taşımıştı hepsini.
Evliliklerinde daha ilk yıldı. Hakan her hafta olduğu gibi arkadaşlarıyla maç seyretmiş ve eve içkili gelmişti. Hülya uyuyordu. Odaya girdiği gibi ışığı bile yakmadan yorganı açtı. Hülya zıplayarak uyandı. Hakan’ı görünce rahatladı. Sonra bir anda onu üstünde buldu. Canını yakarak sevişti onunla. Hülya durdurmaya, korunmadığını anlatmaya çalıştı ama dinletemedi.
Bir buçuk ay sonra hamile olduğunu anladı. Hakan’a anlattığında “iyi, doğur o zaman” dedi. Bunu o kadar sert söyledi ki Hülya tanımlayamadığı bir suçluluk duygusuna kapılıp henüz hazır olmadığını, kariyerinin bu noktasında doğurursa iş yerinde sorun yaşayacağını söyleyemedi.
Kısa zaman içinde tüm sülale hamile olduğunu öğrenmişti. Eve sürekli bebek eşyaları alınıyor ve yerleştiriliyordu. Hülya’ya kimse fikrini sormuyor, her şeyi Hakan’ın annesi ve kız kardeşleri ayarlıyordu.
Hamileliğinin altıncı ayıydı. Hülya, Hakan’ın ailesinin sürekli eve gidip gelmesinden, ona hiç fikrini sormadan evdeki eşyaları düzenlemesinden, değiştirmesinden ya da yeni şeyler almasından, doğumu yaptıracak doktoru, hastaneyi ve hatta çocuğun ismini seçmesinden o kadar bunalmıştı ki Hakan’la konuşmaya karar verdi.
Dinlemeyeceğini, konuyu değiştireceği ya da televizyonda futbol maçı bulup konuşmanın ortasında sert bir “Şşşş” ile onu susturacağını biliyordu. O yüzden yaprak sarması yaptı. Evlendikten sonra Hakan’ın surat asmaları nedeniyle annesinden öğrenmişti yaprak sarmayı. İlk denemelerde Hakan bir ısırık alıp “bu ne böyle” deyip tencerenin içine yarısı ısırılmış sarmayı fırlatmış, bir lokma daha almamıştı. Ama en sonunda tutturabilmişti. Kadınbudu köfte, haydari, salata derken bir de küçük rakı açtı. Masayı o kadar güzel donatmıştı ki canı çekti. Ama hamileydi, içemezdi. Birden üniversite yıllarında arkadaşlarıyla arada bir yaptığı kaçamaklar aklına geldi. İlk seferinde dergiden arkadaşlarıyla İstanbul’a gitmişti günübirlik. Ailesinden izin alamıyordu, o da Ayça’da kalacağını söyleyerek yataklı vagondaki İstanbul yolculuğuna katılmıştı. Arkadaşları eyleme gidiyordu. Hülya, solcu bir dergide çocuklar üzerine yazılar yazıyordu. Çocukları hep çok sevmişti. Liseden bu yana gönüllü olarak fakir semtlerdeki çocuklar için haftasonları verilen kurslara yardımcı öğretmen olarak katılıyordu. Sosyal etkinliklerde boy gösteren biri değildi ama bir şekilde ortak derslerden birinde tanıştığı solcu bir kız arkadaşı, dergide siyaset dışında sosyolojik konularda da yazı yayınlamak istediklerini, kendisinin çocuklar hakkındaki gözlemlerini yazıp yazamayacağını sormuştu. Hülya başta kabul etmedi. Ama bu fikir onu yazmaya itti ve birkaç deneme yaptı. İçine sinen bir tanesini solcu arkadaşına gösterdi. Sonrasında dergide yazan diğer kişiler de o kadar ısrar etti ki bir şekilde kendisini yazarken buldu.
Haydarpaşa garını ilk böyle görmüştü. Sabahın köründe uyku mahmuru şaşırıp kalmıştı. hep adını duyardı ama böyle estetik bir bina beklemiyordu. Gardı en nihayetinde, Ankara’dakinden ne kadar farklı olabilirdi.
Kadıköy’de kahvaltı edip deniz kenarında sigaralarını tellendirdi arkadaşları. Kendisini tam olarak bu ortama ait hissetmiyordu ama hepsi iyi insanlardı. Yanlarında kendini ezik hissetmediği tanıdığı tek insanlardı. Ama dindar babası bu insanlarla hem de İstanbul’a geldiğini duysa her halde onu bir daha okula bile göndermezdi.
Eyleme katılmaktan çok korkuyordu ama İstanbul’u bilmediğinden mecburen takip etti arkadaşlarını. Sorunsuz atlattılar ve akşam Taksim’e gittiler hep beraber. İlk rakısını burada içti. Yaptığına kendisi bile inanamayarak. O akşam herkes çok neşeliydi. Arkadaşları sırf bir eylem için bunca yol tepip geldikleri ve burada yoldaşları, eski dostlarıyla buluştuğu için, Hülya ise zincirlerini kırmak gibi bu tam olarak tanımlayamadığı duygu yüzünden…
Rakı sofrasından sonra Ortaköy’e yürüdüler. Hepsi o kadar zilzurnaydı ki ne mesafeyi ne de soğuğu fark ediyorlardı. Ortaköy’de denizden esen serin ama bir şekilde şefkatli rüzgar, uçuşan bir iki martı, denizin karanlığı… Hülya aşık olmuş gibi karnında bir yanma hissetmişti.
Sofraya buzu koyarken tüm bunlar aklından geçti ve yüzüne çocuksu, sonsuzluk gibi bir gülümseme oturdu. Hakan’ın sesiyle kendine geldi “Neye gülüyosun be?”
“Hoş geldin. Sofra hazır.” deyiverdi yakalanmışlığını örtbas etme isteğiyle.
Her zamanki gibi sessizce yediler yemeklerini. Hülya, sürekli gözünün içine bakıyordu kendisini fark etsin, bir maruzatı olduğunu anlasın diye. Hakan oralı değildi. Rakı sofrasının nerden çıktığını bile sormamış, rutinleriymiş gibi yudumluyordu içkisini…
Hülya sonunda cesaret edip “Hakan” dedi. “Sus bi, haber izliyoruz” diye tokat gibi yapıştı yüzüne cevap.
Hamilelikten dolayı değişen hormonların etkisiyle kan beynine sıçradı Hülya’nın. Yanakları al al oldu. Yine de sakince kalktı, kumandayı aldı ve televizyonu kapattı.
Hakan’ın gözleri şaşkınlıkla açıldı.
“Seninle bir şey konuşmak istiyorum.”
Hakan sessiz…
“Eşyaları annen seçti. Düğün mekanını ablan. Tatillerimize baban karar verdi, gittik akrabalarını ziyaret ettik. Hamile kaldım, çocuğun ondasını gene annen seçti. Ama lütfen, bari yavrumun adını ben koyayım.” Sesi titremişti. İçinden hüngür hüngür ağlamak geliyordu ama iyi aile kızıydı Hülya. Nerde ne yapması gerektiğini bilirdi ve şimdi de ağlamayacaktı.
“Ne diyosun sen be? Git seç, ne yapıyosan yap, bana ne soruyosun?”
“Hakan…” dedi hayal kırıklığıyla.
“Sus, sus iki dakka. Yoruldum zaten. Televizyon izlicem.” Dedi. Kumandayı alıp bir futbol kanalı açtı ve kumandayı evlendikten sonra edindiği göbeğine koydu.
Ağlamıyordu Hülya. Ama boğazından da bir şey geçmiyordu. Bir süre elinde çatal, öylece kaldı. Sonra kalktı, odasına gitti, yatağa uzandı ve saatlerce ağladı. Hüngür hüngür, bağıra bağıra ağladı.
*
Mustafa bir aylıktı. Ölü dedenin adını taşıyan biricik oğlu bir aylıktı. Hakan tuvalete kalkmıştı. Telefonu başucundaydı. Telefonun sesiyle zıpladı Hülya. Erkan diye biri arıyordu. Hülya açtı. Karşıdaki ses “Canım, kusura bakma bu saatte aramak zorunda kaldım.” dedi. Bir kadın sesiydi. Hülya o kadar şaşırdı ki panikle telefonu kapatıp yerine koydu. Birkaç saniye sonra mesaj sesini duydu. Sırtını dönmüş yatıyor ve ne yapacağını bilemiyordu. Hakan banyodan çıkıp yatağa döndü. Ne telefonun çaldığını ne de mesaj sesini duymuştu. Öylece uyudular o gece.
Sonraki günlerde Hülya belli etmeden Hakan’ın telefonunu kurcalıyordu. Ama ne bir arama kaydına ne de mesaja rastladı. İçi içini yiyordu. Bir taraftan Mustafa ile uğraşıyor bir taraftan ne yapacağını düşünüyordu.
Hakan’ın yine geç saatte sarhoş geldiği bir gece Hülya kendini tutamadı ve onu itmeye başladı. Bunca zamandır susturulmanın, umursanmamanın öfkesi öyle bir patlıyordu ki hiçbir şey düşünemiyor sadece eyleme geçiyordu. Kanıt bulamamıştı ama aldatıldığından emindi. Hakan hiçbir zaman ilgili değildi ona karşı. Bir tek an bile sevildiğini hissetmemişti. Ama son birkaç aydır eve geç gelmeleri artmıştı ve sanki mümkünmüş gibi Hülya’yı eskisinden de çok yok saydığını bir şekilde belli ediyordu. “Nerdeydin” diye öyle bağırıyordu ki apartmandaki herkes ayağa kalkmıştı. Kavga böyle başladı. Sonra Hakan saatlerce dövdü Hülya’yı. En sonunda komşuların çağırdığı polis kapıya dayanınca durdu. Alt kattaki Sevgi teyze polisle birlikte daldı eve ve Mustafa’yı kaptığı gibi kendi evine götürdü. Karşı komşu karı koca daldılar içeri ve Hülya’yı çekip dışarı çıkardılar. Polis de Hakan’ı götürdü.
Hastanedeyken doktorlar şikayet etmesini, adlı kayıt açtırmasını söylediler. Hülya şoktaydı. Sustu. Annesi ağlayarak girdi odaya ve boynuna atladı kızının. Canı yandı. Her yeri çürük içindeydi. Sadece inleyebildi. O kadar çaresiz hissediyordu ki annesini, çok istediği halde teselli  edecek birkaç kelime bile söyleyemedi.
Babası saçını okşayıp “bir şey olmaz kızım, evlilikte olur böyle şeyler, kocandır, döver de sever de” deyince Hülya gözlerini kaldırıp uzun uzun baktı. Gözleriyle yalvarıyordu, beni bari siz anlayın der gibiydi. Ama kendisi bile fark etmedi bunu. Babası, eli hala kızının saçındayken karşı duvara bakıyordu. Ezberlemiş gibi “her evde olur böyle şeyler, sağa sola duyurmamak lazım” diyordu. Hülya ağlayamadı bile. Hak verdi babasına ve başını önüne eğdi.
*
Mustafa bir buçuk yaşındaydı. Hülya o kadar mutluydu ki. Her günü işten koşarak çıkıp Mustafa’ya kavuşmanın, onunla oyunlar oynamanın hayaliyle renkleniyordu.
Hakan yoktu. Vardı ama evde kimse fark etmiyordu onu. Mustafa’yla Hülya’nın renkli, neşeli, oyunlarla dolu dünyası, Hakan’ın bir uydu kadar bile olamayacağı kadar neşeliydi. Zaten eve bazen hiç çoğunlukla da geç geliyordu. Hülya artık bırakmıştı sormayı. Yemeğini yiyip televizyon karşısında birasını içerken sızsa diye dakika sayıyordu her akşam.
*
Gece saat üç sularıydı. Kapı gürültüyle açıldı. Ayakkabılarını çıkarışından gelenin Hakan olduğundan emin olunca Hülya kafasını yastığa koydu tekrar. Odaya gürültüyle girdi ve Hülya’ya saldırdı. Önce saçından tutup yataktan aşağı düşürdü. Sonra pijamalarını yırttı. Hülya can havliyle komodinin üzerindeki lambayı alıp kafasına vurdu ve sürünerek ayatağın üstüne çıktı. Hakan’ın başı kanıyordu ve “orospu karı, ben nası işe gidicem bu kafayla, allah belanı versin manyak karı” diye söylenerek banyoya gitti. İçerden Mustafa’nın ağlaması duyuldu. Hülya bir süre yerinden kalkamadı. Sonra yırtık pijamasının önünü kapatmaya çalışarak Mustafa’nın yanına gitti, kucağına aldı, sıkıca sarılıp ağlaya ağlaya salladı bebeğini.
*
Taksiye bindi. “Aşti’ye gidelim” dedi. Bulduğu ilk İstanbul otobüsüne atladı. Yol boyunca Mustafa’yla birlikte uyudular. Kavacık’ta otobüsten inince yine bir taksiye atladı ve “Ortaköy’e” dedi bu kez.
Cami, ihtişamıyla yerinde duruyordu. Martılar sanki neşeyle çığlık atıp kanat çırpıyordu. Etrafta bir sürü insan vardı bu kez. Rüzgar geldi, montunun altından girip kazağındaki boşlukları bularak tenine işledi Hülya’nın. Derin derin içine çekti havayı. Hırsla gülümsedi önce. Sonra sakinleşti. Aklına bağlama ve flütün birlikte çaldığı o nefis melodi geldi. Sonra Seha Okuş dertli dertli söylemeye başladı. Hülya eşlik etti “başa geldi, olmaz işler, binbir dertle doldu gönlüm” diye. Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı, yüzü huzurla doldu.


Gand

Hiç yorum yok: