Griple mücadele halindeyim, hastayım ve bitkinim. İnsan hasta olunca bütün diğer dertlerini-tasalarını unutuyor, hastalığın önemli olup olmadığına bakmaksızın sağlıklı günlerinin düşlerini kuruyor, sağlıklı insanlara özeniyor. Hele bir de birkaç gün sonra planladığı bir tatil programı varsa hastalık iyicene can sıkıcı olabiliyor. Artık o an tek isteği olabiliyor; hastalık nedeniyle çektiği ağrı-sızı bir an önce son bulsun, tamamen iyileşsin de ne olursa olsun. Ağrının bitmesi isteniyor ama bir taraftan da ağrı aslında vücudun savunma mekanizmasıdır. Vücudun bu kısmında problem var diye sürekli sms gönderme halidir. Ancak, bu süreklilik insanın canını sıkıyor, ne bileyim “Tamam bir kere bir sorun var dedin, sürekli de hatırlatmana gerek yok, her saat başı hatırlatsan ne olur” diye düşünmeden kendimi alamıyorum açıkçası…
Canımı sıkan bir diğer konu da modern tıp ne kadar ilerlenirse ilerlensin şu grip denen illete hâlâ çare bulunamamasıdır. Bu kadar kolay bulaşması ve yaygın olması aslında tedavisinin de kolay olması gerektiğini düşündürtüyor bir yandan. Ama yüzyıl önce sırf bu hastalıktan milyonlarca insanın ölmesi de bir taraftan ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor. Derdim; birkaç günlük öksürük, ateş, eklem ağrısından yola çıkarak modern tıbba eleştiri getirmek değil ama grip dışında da günlük hayatımızda karşılaştığımız sağlık problemleri ister istemez modern tıbba dair bildiklerimi sorgulamama yol açabiliyor…
MR çektirmek için o kocaman makinenin içinde hareketsiz kalmam gerektiği söylendiğinde, “Bu ne böyle, bunun daha az yer kaplayan, modern hali yok mudur” sorusunu sormuştum. Geçtiğimiz yıllarda internette dolaşan, on yıllar önce bir bankanın bilgisayarlı sisteme geçişinin reklamı olan kocaman bilgisayar fotoğrafı gelmişti aklıma. Acaba, yıllar sonra bu MR cihazları da aynı muameleyi görür mü? Ya da ülser-reflü-gastrit gibi mide hastalıklarındaki en kesin tanı yönteminin hâlâ boğazdan sokulan bir boru yoluyla yapılan endoskopi olması da bu çağ için şaşırtıcı gelmiştir hep. Bir taraftan bu yöntemler kullanılırken ve grip(!) hâlâ geniş kitlelerin problemi olabiliyorken diğer taraftan da insan klonlanmasının tıbben mümkün olabileceğine dair haberlerin çıkması hayattaki eşitsiz gelişmenin tıpta da bütün yoğunluğuyla var olduğunu gösteriyor. Tabii ki, insan klonlanabiliyorsa grip de mutlaka yok edilmiş olmalıydı diye bir koşul yok ama yine de tıptaki gelişmelerin farklı hızlarda ilerlediğine dair önemli bir gösterge gibime geliyor. Zaten dünyanın değişik ülkelerindeki ortalama yaşam sürelerinin farklı olması da bunun işareti ancak bazı ülkelerde onlarca yıl önce kökü kazınmış bir hastalığın daha yoksul ülkelerde halen daha binlerce can alması bu eşitsizliğin daha derin boyutlarda olduğunu gösteriyor.
Bu eşitsiz gelişmenin kökeninde milyarlarca dolarlık büyüklükleriyle ilaç firmalarının tercihlerinin payı yok mudur acaba? Neticede, kâr maksimizasyonu yapmak isteyen şirketlerden bahsediyoruz. Hayır, burada bazı hastalıkların çaresinin aslında bulunduğunu ancak ilaç satışı yapmak için bilinerek engellendiğini, bazı hastalıkların tamamıyla laboratuvarlarda üretilen virüsler yoluyla insanlara bulaştırıldığı, sonrasında da tedavisine yönelik ilaçların piyasaya sürülerek milyonlarca dolar kâr edildiği gibi internet alemine özgü spekülatif, bilgiye dayanmayan komplo teorilerinden bahsetmeyeceğim. Bu komplo teorilerini bir yana bırakırsak bazı alanlarda diğerlerine göre daha hızlı yol alınmasında veya bazı alanlarda hiç yol alınamamasında ilaç firmalarının tercihleri de etkili olabilir mi? Örneğin; AIDS’in ilk görülmeye başladığı dönemlerde eşcinsellerle Afrikalılara has bir hastalık olduğu, dolayısıyla bu “sapkın” veya “ikinci sınıf insanların” hak ettikleri cezayı buldukları Katolik kilisesinin önemli savlarından biri değil miydi? Bu dönemde bu hastalığın tedavisine ayrılan fonların çok küçük olmasında bu köktendinci görüşün çok önemli payının olduğu öteden beri söylenegelmektedir. Neticede, ekonomik olarak bir değer ifade etmeyen, ihmal edilebilir-gözden kolaylıkla çıkarılabilir ve hatta olmasalar daha iyi olacak bir hasta hedef kitlesinden bahsediyoruz. Ne zaman ki, hastalık beyaz-zengin-orta sınıf şahsiyetlere de bulaşmaya başladı, sorunun geniş kitleleri ilgilendiren bir sorun olduğu gerçeği kabullendi ve büyük fonlarla bu yönde tıbbi çalışmalar hız verilerek belirli bir noktaya gelindi. Aynı şekilde, halk arasında kene ısırması sonucu ölümü olarak bilinen Kırım Kongo kanamalı ateşi hastalığının etkili olduğu coğrafyanın çok dar olmasının bu hastalığa ayrılacak bütçenin, karşılığında elde edilecek getiriyi aşmasına neden olacağı için bu hastalıkla ilgili olarak yeterince çalışma yapılmadığı da ifade edilmektedir. Ülke olarak her yaz onlarca kayıp vermekteyiz kene ısırmasına oysa.
O zaman akla şu soru gelmektedir: İnsan sağlığı söz konusu olduğunda muhatap; sürekli "fizibıl " olanı arayan ve maliyet minimizasyonu –kâr maksimizasyonu ekseninde çalışan şirketler mi olmalıdır yoksa vatandaşların özgür ve sağlıklı bir birey olarak hayatlarını devam ettirmesini sağlama görevi olan devlet mi olmalıdır? Bu arada ülkemizde bu sorunun cevabı son yıllardaki sağlıktaki dönüşüm politikalarıyla net bir şekilde verildi. Çokça örnekten sadece biri; ülkemizde SSK’nın daha ucuza ilaç üreten birimi kapatıldı ve ilaçlar şu anda özel sektördeki ilaç firmalarından temin edilmektedir. Sağlık politikalarında şirket mantığının olmadığı en iyi örnek, taraflı tarafsız hemen herkesin hem fikir olduğu, Küba’dır. 50 yılı aşkın süredir ambargo altında yaşama zorunda bırakılan bu küçük ülke, çocuk ölüm oranlarının düşüklüğü, aşılamalarla birlikte tamamen yok edilen hastalıklar, bazı hastalıklar konusunda dünyada önemli bir tedavi merkezi olması, gerek eğitmen olarak gerek doğal afetlerde yardım etmek amacıyla tüm Latin Amerika’ya verilen doktor desteği düşünüldüğünde tıp alanında dünyanın önde gelen ülkelerinden biridir. Kıt kaynaklarına rağmen sağlık alanında Küba’nın bu kadar başarılı olmasının nedeni, diğer ülkelerden farklı olarak yaptığı insana ve insan sağlığına bakış açısıdır. Devletin harcama kültürü ( Daha çok silah alımı mı, daha çok sağlık harcaması mı) de buna göre planlanmıştır. Çünkü, yaşama hakkı temel bir haktır ve statüsünden, sınıfından, cinsiyetinden, yaşından, ekonomik durumundan bağımsız olarak her insan gerektiğinde hiçbir bedel ödemeden tıbbi destek alabilmelidir. Devlet nasıl ki, insanların sokaklarda birbirlerini öldürmesini engellemek için vatandaşın can güvenliğini sağladığı iddiasıyla polisiye tedbirler alıyorsa, sağlık güvencesi olmayan hasta bir vatandaşının da TV programlarında ünlü şahsiyetlerin yardım kampanyaları sonucu elde edeceği gelirle tedaviye muhtaç olmasını engelleyecek sağlık politikaları geliştirmek zorundadır. Polisiye tedbirler aslında çoğunlukla direkt bir tehdit olmadan da sürekli vardır ancak ölümcül hastalık gibi artık insanın can güvenliğini direkt olarak tehdit eden ve sonucu neredeyse kesin olan bir konuda devletin tepkisiz kalması aslında devletin “can güvenliği”nden anladığıyla bizim anladığımız arasında büyük bir fark olduğunu ortaya çıkarmaktadır.
Modern tıp, şirketlerin tekelinde yönetilen önemli bir “sektör” olmaya devam ettiği müddetçe sıradan vatandaşın tedaviye ulaşma ihtimali de o kadar zor olacaktır. Bazı hastalıklar araştırma alanından çıkacak, bazı hayatlar ihmal edilebilecektir. Hastalıklar-ölümler istatistiki birer data olarak hayatımızda yer alacaktır. Kararlar bu datalara göre alınacaktır. Bu arada insanlar hayatlarını kaybedecektir. Bu alanda yaşam hakkının temel oluşturduğu bir dönüşüm esastır. Bu dönüşüm için ne gerektiği konusunda sözü, genç yaşta ölümüyle hepimizi kedere boğan, “Şair Ceketli Çocuk” Kazım Koyuncu’ya bırakıyorum. Ölmeden çok kısa bir süre önce Umay Umay ile yaptığı röportajda, Umay Umay’ın “Tıp’la ilgili ne düşünüyorsun” sorusuna verdiği cevap bütün bu sistemi çok güzel bir şekilde özetlemektedir…
“Bir kere masum sempatilerinden bahsetmem lazım. Özellikle Türkiye'de herkes doktorlara sempati duyarlar. Ben hâlâ öyleyim. Sistemle ilgili konuşursak işler bozuluyor. Ya da bilimle ilgili konuşursak… Bilim, tıp sistemin bir parçası olursa eğer -ki öyle- benim için çok da fazla bir şey ifade etmiyor. Yine devrimcilik meselesi Umay, bence iyi bir bilim adamının da devrimci olması gerekiyor. Hayatı yönlendiren, etkileyen, değiştiren insanların devrimci olması lazım, sistemin bir parçası değil. Bilimin ışığına hep inandım ama tıp bende hayal kırıklığı yarattı. Her şeyin sadece bir standart olduğunu görmek dayanılmaz bir şey. Bu standartlar içinde hastalığımı beğenmedim…….Bir kanser panelinde şunu söyledim; vicdan ve cesaret bilimde yoksa benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Sadece bilgi yetmiyor. Bilginin vicdanla sınanması gerekiyor artık. Dediğim gibi devrimci olmaları, normal algının ötesine geçebilmeliler. Bu olmadığı sürece kimse tıptan fazla medet ummasın. Tabi ki önemli tıp, böbreğin ağrıması, diş ağrılarının durdurulması, acısız tedaviler ama özünde başka şeyler de var. Hayatı sonsuzlaştırsınlar, tıp ölümü yok etsin demiyorum fakat….hayatı politikacılar yönlendirmiyor ki Umay. Doktorlar, sanatçılar, mühendisler..,bunlar yönlendiriyor hayatı. Aptallar Aptallar sadece yönetiyor.”Gracias A La Vida
2 yorum:
öncelikle geçmiş olsun...
tıp da diğer sektörler gibi kar neredeyse o yönde geliştirilmeye uğraşıyor. o yüzden insan klonlayabilecek olanlar, dünyada düzenli olarak katliam yapan gribe karşı bir çözüm geliştirmek istemiyor. çünkü gribin ortadan kalkması demek ilaç endüstrisinin mahvolması demek. ülser ha keza, hayat boyu mide asidini alacak ilaçları kullanacak bir hasta resmen bağımlı ve tek seferlik hiçbir tedavinin getiremeyeceği bir karı uzun vadede getiriyor.
ki tüm bunlar tıp sektöründe belki daha çarpıcı - söz konusu olan doğrudan insan hayatı olduğu için. ama hayatın diğer alanlarında da - ne yazık ki - hiç farklı değil...
teşekkürler...nihayet toparlanabildim...aslında insanlar çok farkında değil ama türkiye şu anda sağlık anlamında çok büyük bir neo-liberal dönüşüm yaşıyor...sonuçları 20-30 yıl sonra hissedilecek...o zaman da çok geç olacak...
senin de belirttiğin gibi hayatımızın her alanı kâr-zarar mantığında kurgulanıyor ama konu insan hayatı olunca bu politikalar daha acı verici olabiliyor...
Yorum Gönder