27 Aralık 2010 Pazartesi
YANKI'DAN NOTLAR 1
20 Aralık 2010 Pazartesi
BU TOPRAĞIN ŞARKILARI....
Ermeni müziğinin babası olarak kabul edilen Gomidas Vartabed, 1869 yılında Kütahya’da doğdu. 1 yaşında annesini, 10 yaşında babasını kaybeden Gomidas, ruhban okulunda eğitilmek üzere 12 yaşındayken Ermeni kilisesinin merkezi olan Eçmiadsin’e gider. Kısa süre içerisinde sesinin güzelliği, yeteneği ve müziğe olan sevgisiyle okulun en bilgili müzik adamı olarak, okula müzik öğretmeni olarak atanır. Ermeni müziği konusunda araştırmalar yapar ve kendisini yenileme isteğinden dolayı 1896 yılında Berlin’de eğitim almaya gider. Almanya’da önemli müzik adamlarından eğitim alan Gomidas, burada verdiği konferanslarla, konserlerle geniş çevrelerce tanınmaya başlar ve yeni kurulan Uluslararası Müzik Cemiyeti’ne öğrenci olarak kabul edilen tek kişi olur.
Ülkeye geri döndüğünde müzikle ilgili çalışmalarına hız vermeden devam eder ve gerek yakınındaki insanlar aracılığıyla gerek kendisi bizzat köy köy dolaşarak binlerce şarkının-türkünün derlemesini yapar, besteler yapar, çoksesli müzik konusunda önemli çalışmalar yapar. Bu arada sadece Ermeni müziği üzerine araştırma yapmaz, aynı zamanda Türk, Kürt, Arap, Fars, İbrani ve Balkan müziği konusunda da uzman seviyesine yükselir. O dönem Türkler arasında da büyük bir saygınlık kazanmış olan Gomidas’ın verdiği konserleri Enver ve Talat Paşa’nın da beğeniyle izlediği, Halide Edip Adıvar, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Emin Yurdakul gibi şair ve yazarların davetlerine katıldığı, Şehzade Abdulmecit Efendi’nin kendisine büyük hayranlık beslediği ifade edilir.
Ve…Şehzade Abdulmecit Efendi’ye, Talat ve Enver Paşa’ya verdiği konserlerden sadece birkaç hafta sonra, 24 Nisan 1915’te, istanbul’daki 200’ün üzerinde tanınmış Ermeni aydın, sanatçı, doktorla birlikte tutuklanır ve Çankırı’ya doğru sürgüne gönderilir. Birilerinin devreye girmesiyle 9 Mayıs’ta İstanbul’a geri döner ancak 15 günlük süre içerisinde yaşadığı travmaları atlatamaz. Sürgüne gönderildiği 1915’ten Paris’te bir psikiyatri hastanesinde öldüğü 1935 yılına kadar geçen süre kapkaranlıktır Gomidas için…1915’ten önceki 20 yılda (özellikle Berlin’e gittikten sonraki çalışmaları) önemli çalışmalara imza atan, haklı uluslararası bir üne kavuşan, binlerce derleme, beste yapan Gomidas, sonraki 20 yılda ise ne tek bir nota yazar, ne bir şarkı söyler, ne yeni birşeyler üretebilir ne de çevresindekilerle iletişim kurar…
16 aralık Perşembe akşamı Lütfi Kırdar’da “Gomidas’a Saygı-Bu Toprağın Şarkıları” adlı etkinlik vardı. Geniş bir katılımın olduğu tamamen dolu salonda Gomidas’ın şarkıları seslendirildi. Barkovizyon görüntüleri eşliğinde hayat hikayesi anlatılan Gomidas’ın şarkılarını, İstanbul Ermeni koroları (Karasun Mangants Korosu, Lusaroviç Korosu, Shakyan Korosu, Vartanants korosu), bas, bariton, tenorlar, Aşkın Ensemble, BGST, Şevval Sam ve Aynur seslendirdi, Kemanlar, viyolalar, viyolenseller ve piyanolar ise o eşsiz müziğe ses verdiler. Şarkılar arasında bildiğimiz şarkılar, melodiler de vardı, ilk defa duyduklarımız da vardı…Ama hepsi tanıdıktı, çünkü tıpkı bizim gibi, tıpkı Gomidas gibi, onlar da bu toprağın sesiydi…
Gracias A La Vida
"ÜÇÜNÇÜ ŞAHSIN ŞİİRİ"
Bu ülkede güzel yaşlanmak niye bu kadar zor diye düşünüyordum. Gençlik yıllarında veya olgunluk dönemlerinde yaptıklarıyla, yarattıklarıyla, söylemleriyle sevgi, beğeni toplayan, hayranlık uyandıran kişiler yaşlandıkça hem ürettikleriyle hem de söylemleriyle hayalkırıklığı yaratabiliyor, sevenlerinin ağzında buruk bir tat bırakabiliyor. Kimisi iyi bir müzisyen veya şair olmanın hayatta her alanda kendisine söz hakkı verdiğini düşünerek din-siyaset-tarih gibi aslında belirli bir birikim gerektiren alanlarda mesnetsiz fikirler beyan edebiliyor (Bkz.Cem Karaca, Erkin Koray, vb) kimisi de zamanında ürettikleriyle literatüre önemli katkıda bulundukları alanlarda fikir beyan ediyor ancak iyicene uçlarda söz söylereyek ilgi çekmeye çalışıyor (Yalçın Küçük, vb.). Bu düşünceler kafamda uçuşurken, sahneden “Elimden tut, yoksa düşeceğim / yoksa bir bir yıldızlar düşecek…” dizeleriyle “Yağmur Kaçağı” okunmaya başlanmıştı. Beni yaşlanmayla ilgili bu düşüncelere iten de içinde Tilbe Saran’ın, Bülent Emin Yarar’ın olduğu bu etkinliğe koşa koşa gelmeme sebep olan da Attila İlhan’dı. Şiirleriyle geçen yüzyılın önemli bir kısmında geniş kitleleri etkileyen, hatta genç yaşında Nâzım’dan övgü alan, şiirle ilgilenen hemen herkesin bir şiirini, dizesini bildiği bir şairdir Attila İlhan. İyi ki türkçe biliyorum, anlıyorum dedirten sebeplerden biridir. Ancak son yıllarında şiirleriyle değil de tarih ve siyaset programlarıyla televizyonlarda görünüyordu. Her gördüğümde, dinlediğimde ne gerek var ki buna diye üzülüyordum…
Bir ara o ünlü şiirindeki “Pia”nın kim olduğuyla ilgili olarak Met-Üst’ün “Pia, meğer -Pakistan international Airlines- imiş” esprisine “Ancak, bir öküz bu şiiri böyle yorumlayabilirdi” çıkışı da bende bir burukluk yaratmıştı. Ece Ayhan tarafından “Sıkı şair” olarak sunulan, o dönemde bir edebiyat dergisi çıkaran biri olarak Met-Üst’ün bu şiiri gerçekten bu şekilde anlamış olması mümkün olabilir miydi?
Neyse, ben bu tür durumlarda sevdiğim kişileri sevdiğim-bildiğim halleriyle hatırlamayı tercih ediyorum, bu nedenle Attila İlhan da hep başucumda olacaktır. Bu sadece benim için değil çoğu insan için de böyledir diye düşünüyorum, çünkü o şiirler bu ülkenin ortak belleğine silinmemek üzere kaydedilmişlerdir. “Il Postino” filmindeki postacı Mario Ruoppolo şair Pablo Neruda’ya “Şiir yazana değil, ihtiyacı olana aittir” dememiş miydi(!) Uzun yıllar önce ben de ihtiyaç duyduğumda, hiç tereddütsüz (!) yanımda olan “Üçüncü Şahsın Şiiri”yle yazımı sonlandırayım…
ÜÇÜNCÜ ŞAHSIN ŞİİRİ
Gözlerin gözlerime değince
Felaketim olurdu, ağlardım
Beni sevmiyordun, bilirdim
Bir sevdiğin vardı, duyardım
Çöp gibi bir oğlan, ipince
Hayırsızın biriydi fikrimce
Ne vakit karşımda görsem
Öldüreceğimden korkardım
Felaketim olurdu, ağlardım
Ne vakit Maçka'dan geçsem
Limanda hep gemiler olurdu
Ağaçlar kuş gibi gülerdi
Sessizce bir cigara yakardın
Parmaklarımın ucunu yakardın
Kirpiklerini eğerdin, bakardın
Üşürdüm, içim ürperirdi
Felaketim olurdu, ağlardım
Akşamlar bir roman gibi biterdi
Jezabel kan içinde yatardı
Limandan bir gemi giderdi
Sen kalkıp ona giderdin
Benzin mum gibi giderdin
Sabaha kadar kalırdın
Hayırsızın biriydi fikrimce
Güldü mü cenazeye benzerdi
Hele seni kollarına aldı mı
Felaketim olurdu, ağlardım
Gracias A La Vida
11 Aralık 2010 Cumartesi
MASAL PINARI...
9 Aralık Perşembe akşamı Garajistanbul’da Pınar Selek’e destek etkinliği vardı. “Hâlâ tanığız platformu” tarafından düzenlenen ve çok sayıda sanatçı tarafından da aktif bir şekilde desteklenen “Masal Pınarı - Devlet İnsanı Sadece Canını Alarak Öldürmez" adlı etkinliğe öğrencisinden sanatçısına katılım o kadar genişti ki Pınar’ın destekçileri salona sığmadı. Kalabalık dolayısıyla dışarıda uzun bir süre bekledikten sonra salona girebildik. Pınar’a ithafen yazılmış bir şarkı ile başlayan etkinlik, Pınar’ın röportajlarından, kitaplarından ve savunmasından alıntıların okunduğu kısa bir video gösterisi ve sanatçıların Pınar’ın masallarını okuduğu oyunla devam etti…
Pınar’ın yapılanlar, ısrarla yapılmak istenenler hakkında o kadar çok yazıldı ki; burada tekrar etmeye niyetim yok; ilginenenler Pınar Selek ile dayanışma içinde olan arkadaşları tarafından hazırlanan siteden, Bianet’ten, Amargi’den, Yıldırım Türker’in yazılarından okuyanı hayretler içinde bırakacak bırakacak bu sürecin detaylarına ulaşabilir. 12 yıllık kâbus gibi geçen bu sürece rağmen, Pınar’ın hâlâ masallar yazıyor olabilmesi, halen daha hayata olan inancını yitirmemesi, halen daha gülebilmesi; “Bu hayatı bir masal gibi yaşamak istiyorum. Tabii mutlu sonla biten bir masal” diyen Pınar’la ona isnat edilen suçun ne kadar uzak olduğunu duyuruyor tüm dünyaya. İşte bu yüzden “Hep tanığız ve hâlâ adalet bekliyoruz” diyoruz ve son sözü yine Pınar’a bırakıyoruz…Işığıyla aydınlatıyor, sözleri bizlere rehber oluyor…
“Biz gerçekten masallara inanan çocuklardık. Çünkü güzel şeylerin olabileceğine inanan bir ortamda yetiştik. Bugün beni hâlâ ayakta tutan, o zamanki ruh halim…Saflıkla, dürüstlükle devam ettiğinde mutlaka mucizelerle karşılaşıyorsun. Benim zor bir hayatım oldu ama hiç mucizesiz kalmadım.
Eğer masal duygusunu yitirirsen, sürekli gerçekliğe tosluyorsun ve çoğu zaman gerçekliğin içinde sürükleniyorsun. Sevgilerimiz, arzularımız, duygularımız tüketim makinesinin içine akıp başka şekillere bürünüyor ve bize yabancılaşıyor. Böyle yaşamaya devam edemeyiz. Mutllu olmak için, özgürlüğe, adalete alan açmalıyız. Gücümüz neye yetiyorsa, onu yaparak…Kimimiz yol açarız, kimimiz maskeleri düşürürüz, kimimiz de başka şeyler…Umutlu ya da umutsuz olmak bir şey değiştirmiyor. Emek harcayınca, güzellikler de büyüyor. İnsanlar değişiyor, çok heyecan verici özgürlük deneyimleri yaşanıyor. Sadece bunun için bile uğraşmaya değer…”
Gracias A La Vida
5 Aralık 2010 Pazar
ADALET TALEP EDİYORUZ...
Evimin yakınlarında, Kartal’da, dünyanın en büyük Adalet Sarayı inşa edilmektedir. Avrupa’nın en büyük Adalet Sarayı’nın yapımı da Çağlayan’da devam etmektedir. Her iki bina da bitme aşamasında. Yani, yakın gelecekte ülke olarak Avrupa’nın ve dünyanın en büyük adalet saraylarına sahip olacağız. Diğer taraftan da,
-Hrant Dink davasında; çocuktan katil üreten muktedirlere nazire yaparcasına katilden çocuk yaratılmaktadır. Ogün Samast, çocuk mahkemesinde yargılanacak…
-Pınar Selek davasında; bilirkişi raporlarına, Pınar Selek’i suçlayan kişinin sonradan ifadenin işkence altında alındığını defalarca söylemesine ve bu kişinin beraat etmiş olmasına rağmen; Pınar Selek müebbet hapis cezasıyla karşı karşıya...
-"Hayata Dönüş" operasyonuyla ilgili davada; üzerinden geçen 10 yıla rağmen operasyona katılan komando erler dışında kimseye dava açılmadı...
-Babasıyla birlikte evinin önünde öldürülen 12 yaşında Uğur kaymaz davasında; Uğur Kaymaz’ı öldürmekle suçlanan dört polis beraat etti...
-Kemal Türkler davasında; 30 yıl önce öldürülen DİSK liderinin davası zamanaşımına uğradı...Dava 26 yıl sürdü...
Daha büyük adalet saraylarına değil, daha çok adalete ihtiyacımız var...Hrant için, Pınar için, Uğur için ve diğerleri için adalet talep ediyoruz....
Gracias A La Vida
23 Kasım 2010 Salı
BİDESEN
sen desenden başka bişiysin.
yırtıldıkça bütün mavilerin turuncuları
kayboluyorsun bu gölgelikte
sonsuzluktan bahseden gölgelerde
ölülerin sesleri sonsuz
ardıç kuşunu susturacak kadar
ölülerin nabzı yok
ardıç kuşunu susturacak kadar
sessiz ve derinden
sessiz ve kimsesiz
kör bir öfke.
kör bir öfke;
çatılarını uçuruyor evlerin
tsunamiler yaratıyor.
ışığın hükümdarlığı sarıyor
tüm yeryüzünü
evrendesin...
batan bir dünya bu
çırpındıkça batan bi rüya bu
detone detone haykırışlarına karışan
güya bu
SİYA SİYABEND
17 Kasım 2010 Çarşamba
ANAHTAR
11 Kasım 2010 Perşembe
"SAĞLIK OLSUN" AMA HERKES İÇİN...
Griple mücadele halindeyim, hastayım ve bitkinim. İnsan hasta olunca bütün diğer dertlerini-tasalarını unutuyor, hastalığın önemli olup olmadığına bakmaksızın sağlıklı günlerinin düşlerini kuruyor, sağlıklı insanlara özeniyor. Hele bir de birkaç gün sonra planladığı bir tatil programı varsa hastalık iyicene can sıkıcı olabiliyor. Artık o an tek isteği olabiliyor; hastalık nedeniyle çektiği ağrı-sızı bir an önce son bulsun, tamamen iyileşsin de ne olursa olsun. Ağrının bitmesi isteniyor ama bir taraftan da ağrı aslında vücudun savunma mekanizmasıdır. Vücudun bu kısmında problem var diye sürekli sms gönderme halidir. Ancak, bu süreklilik insanın canını sıkıyor, ne bileyim “Tamam bir kere bir sorun var dedin, sürekli de hatırlatmana gerek yok, her saat başı hatırlatsan ne olur” diye düşünmeden kendimi alamıyorum açıkçası…
Canımı sıkan bir diğer konu da modern tıp ne kadar ilerlenirse ilerlensin şu grip denen illete hâlâ çare bulunamamasıdır. Bu kadar kolay bulaşması ve yaygın olması aslında tedavisinin de kolay olması gerektiğini düşündürtüyor bir yandan. Ama yüzyıl önce sırf bu hastalıktan milyonlarca insanın ölmesi de bir taraftan ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor. Derdim; birkaç günlük öksürük, ateş, eklem ağrısından yola çıkarak modern tıbba eleştiri getirmek değil ama grip dışında da günlük hayatımızda karşılaştığımız sağlık problemleri ister istemez modern tıbba dair bildiklerimi sorgulamama yol açabiliyor…
MR çektirmek için o kocaman makinenin içinde hareketsiz kalmam gerektiği söylendiğinde, “Bu ne böyle, bunun daha az yer kaplayan, modern hali yok mudur” sorusunu sormuştum. Geçtiğimiz yıllarda internette dolaşan, on yıllar önce bir bankanın bilgisayarlı sisteme geçişinin reklamı olan kocaman bilgisayar fotoğrafı gelmişti aklıma. Acaba, yıllar sonra bu MR cihazları da aynı muameleyi görür mü? Ya da ülser-reflü-gastrit gibi mide hastalıklarındaki en kesin tanı yönteminin hâlâ boğazdan sokulan bir boru yoluyla yapılan endoskopi olması da bu çağ için şaşırtıcı gelmiştir hep. Bir taraftan bu yöntemler kullanılırken ve grip(!) hâlâ geniş kitlelerin problemi olabiliyorken diğer taraftan da insan klonlanmasının tıbben mümkün olabileceğine dair haberlerin çıkması hayattaki eşitsiz gelişmenin tıpta da bütün yoğunluğuyla var olduğunu gösteriyor. Tabii ki, insan klonlanabiliyorsa grip de mutlaka yok edilmiş olmalıydı diye bir koşul yok ama yine de tıptaki gelişmelerin farklı hızlarda ilerlediğine dair önemli bir gösterge gibime geliyor. Zaten dünyanın değişik ülkelerindeki ortalama yaşam sürelerinin farklı olması da bunun işareti ancak bazı ülkelerde onlarca yıl önce kökü kazınmış bir hastalığın daha yoksul ülkelerde halen daha binlerce can alması bu eşitsizliğin daha derin boyutlarda olduğunu gösteriyor.
Bu eşitsiz gelişmenin kökeninde milyarlarca dolarlık büyüklükleriyle ilaç firmalarının tercihlerinin payı yok mudur acaba? Neticede, kâr maksimizasyonu yapmak isteyen şirketlerden bahsediyoruz. Hayır, burada bazı hastalıkların çaresinin aslında bulunduğunu ancak ilaç satışı yapmak için bilinerek engellendiğini, bazı hastalıkların tamamıyla laboratuvarlarda üretilen virüsler yoluyla insanlara bulaştırıldığı, sonrasında da tedavisine yönelik ilaçların piyasaya sürülerek milyonlarca dolar kâr edildiği gibi internet alemine özgü spekülatif, bilgiye dayanmayan komplo teorilerinden bahsetmeyeceğim. Bu komplo teorilerini bir yana bırakırsak bazı alanlarda diğerlerine göre daha hızlı yol alınmasında veya bazı alanlarda hiç yol alınamamasında ilaç firmalarının tercihleri de etkili olabilir mi? Örneğin; AIDS’in ilk görülmeye başladığı dönemlerde eşcinsellerle Afrikalılara has bir hastalık olduğu, dolayısıyla bu “sapkın” veya “ikinci sınıf insanların” hak ettikleri cezayı buldukları Katolik kilisesinin önemli savlarından biri değil miydi? Bu dönemde bu hastalığın tedavisine ayrılan fonların çok küçük olmasında bu köktendinci görüşün çok önemli payının olduğu öteden beri söylenegelmektedir. Neticede, ekonomik olarak bir değer ifade etmeyen, ihmal edilebilir-gözden kolaylıkla çıkarılabilir ve hatta olmasalar daha iyi olacak bir hasta hedef kitlesinden bahsediyoruz. Ne zaman ki, hastalık beyaz-zengin-orta sınıf şahsiyetlere de bulaşmaya başladı, sorunun geniş kitleleri ilgilendiren bir sorun olduğu gerçeği kabullendi ve büyük fonlarla bu yönde tıbbi çalışmalar hız verilerek belirli bir noktaya gelindi. Aynı şekilde, halk arasında kene ısırması sonucu ölümü olarak bilinen Kırım Kongo kanamalı ateşi hastalığının etkili olduğu coğrafyanın çok dar olmasının bu hastalığa ayrılacak bütçenin, karşılığında elde edilecek getiriyi aşmasına neden olacağı için bu hastalıkla ilgili olarak yeterince çalışma yapılmadığı da ifade edilmektedir. Ülke olarak her yaz onlarca kayıp vermekteyiz kene ısırmasına oysa.
O zaman akla şu soru gelmektedir: İnsan sağlığı söz konusu olduğunda muhatap; sürekli "fizibıl " olanı arayan ve maliyet minimizasyonu –kâr maksimizasyonu ekseninde çalışan şirketler mi olmalıdır yoksa vatandaşların özgür ve sağlıklı bir birey olarak hayatlarını devam ettirmesini sağlama görevi olan devlet mi olmalıdır? Bu arada ülkemizde bu sorunun cevabı son yıllardaki sağlıktaki dönüşüm politikalarıyla net bir şekilde verildi. Çokça örnekten sadece biri; ülkemizde SSK’nın daha ucuza ilaç üreten birimi kapatıldı ve ilaçlar şu anda özel sektördeki ilaç firmalarından temin edilmektedir. Sağlık politikalarında şirket mantığının olmadığı en iyi örnek, taraflı tarafsız hemen herkesin hem fikir olduğu, Küba’dır. 50 yılı aşkın süredir ambargo altında yaşama zorunda bırakılan bu küçük ülke, çocuk ölüm oranlarının düşüklüğü, aşılamalarla birlikte tamamen yok edilen hastalıklar, bazı hastalıklar konusunda dünyada önemli bir tedavi merkezi olması, gerek eğitmen olarak gerek doğal afetlerde yardım etmek amacıyla tüm Latin Amerika’ya verilen doktor desteği düşünüldüğünde tıp alanında dünyanın önde gelen ülkelerinden biridir. Kıt kaynaklarına rağmen sağlık alanında Küba’nın bu kadar başarılı olmasının nedeni, diğer ülkelerden farklı olarak yaptığı insana ve insan sağlığına bakış açısıdır. Devletin harcama kültürü ( Daha çok silah alımı mı, daha çok sağlık harcaması mı) de buna göre planlanmıştır. Çünkü, yaşama hakkı temel bir haktır ve statüsünden, sınıfından, cinsiyetinden, yaşından, ekonomik durumundan bağımsız olarak her insan gerektiğinde hiçbir bedel ödemeden tıbbi destek alabilmelidir. Devlet nasıl ki, insanların sokaklarda birbirlerini öldürmesini engellemek için vatandaşın can güvenliğini sağladığı iddiasıyla polisiye tedbirler alıyorsa, sağlık güvencesi olmayan hasta bir vatandaşının da TV programlarında ünlü şahsiyetlerin yardım kampanyaları sonucu elde edeceği gelirle tedaviye muhtaç olmasını engelleyecek sağlık politikaları geliştirmek zorundadır. Polisiye tedbirler aslında çoğunlukla direkt bir tehdit olmadan da sürekli vardır ancak ölümcül hastalık gibi artık insanın can güvenliğini direkt olarak tehdit eden ve sonucu neredeyse kesin olan bir konuda devletin tepkisiz kalması aslında devletin “can güvenliği”nden anladığıyla bizim anladığımız arasında büyük bir fark olduğunu ortaya çıkarmaktadır.
Modern tıp, şirketlerin tekelinde yönetilen önemli bir “sektör” olmaya devam ettiği müddetçe sıradan vatandaşın tedaviye ulaşma ihtimali de o kadar zor olacaktır. Bazı hastalıklar araştırma alanından çıkacak, bazı hayatlar ihmal edilebilecektir. Hastalıklar-ölümler istatistiki birer data olarak hayatımızda yer alacaktır. Kararlar bu datalara göre alınacaktır. Bu arada insanlar hayatlarını kaybedecektir. Bu alanda yaşam hakkının temel oluşturduğu bir dönüşüm esastır. Bu dönüşüm için ne gerektiği konusunda sözü, genç yaşta ölümüyle hepimizi kedere boğan, “Şair Ceketli Çocuk” Kazım Koyuncu’ya bırakıyorum. Ölmeden çok kısa bir süre önce Umay Umay ile yaptığı röportajda, Umay Umay’ın “Tıp’la ilgili ne düşünüyorsun” sorusuna verdiği cevap bütün bu sistemi çok güzel bir şekilde özetlemektedir…
“Bir kere masum sempatilerinden bahsetmem lazım. Özellikle Türkiye'de herkes doktorlara sempati duyarlar. Ben hâlâ öyleyim. Sistemle ilgili konuşursak işler bozuluyor. Ya da bilimle ilgili konuşursak… Bilim, tıp sistemin bir parçası olursa eğer -ki öyle- benim için çok da fazla bir şey ifade etmiyor. Yine devrimcilik meselesi Umay, bence iyi bir bilim adamının da devrimci olması gerekiyor. Hayatı yönlendiren, etkileyen, değiştiren insanların devrimci olması lazım, sistemin bir parçası değil. Bilimin ışığına hep inandım ama tıp bende hayal kırıklığı yarattı. Her şeyin sadece bir standart olduğunu görmek dayanılmaz bir şey. Bu standartlar içinde hastalığımı beğenmedim…….Bir kanser panelinde şunu söyledim; vicdan ve cesaret bilimde yoksa benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Sadece bilgi yetmiyor. Bilginin vicdanla sınanması gerekiyor artık. Dediğim gibi devrimci olmaları, normal algının ötesine geçebilmeliler. Bu olmadığı sürece kimse tıptan fazla medet ummasın. Tabi ki önemli tıp, böbreğin ağrıması, diş ağrılarının durdurulması, acısız tedaviler ama özünde başka şeyler de var. Hayatı sonsuzlaştırsınlar, tıp ölümü yok etsin demiyorum fakat….hayatı politikacılar yönlendirmiyor ki Umay. Doktorlar, sanatçılar, mühendisler..,bunlar yönlendiriyor hayatı. Aptallar Aptallar sadece yönetiyor.”Gracias A La Vida
5 Kasım 2010 Cuma
5 KASIM'I HATIRLAYIN
V: Good evening, london. Allow me first to apologize for this interruption. I do, like many of you, appreciate the comforts of every day routine- the security of the familiar, the tranquility of repetition. I enjoy them as much as any bloke. But in the spirit of commemoration, thereby those important events of the past usually associated with someone's death or the end of some awful bloody struggle, a celebration of a nice holiday, ı thought we could mark this november the 5th, a day that is sadly no longer remembered, by taking some time out of our daily lives to sit down and have a little chat. There are of course those who do not want us to speak. I suspect even now, orders are being shouted into telephones, and men with guns will soon be on their way. Why? Because while the truncheon may be used in lieu of conversation, words will always retain their power. Words offer the means to meaning, and for those who will listen, the enunciation of truth. And the truth is, there is something terribly wrong with this country, isn't there? Cruelty and injustice, intolerance and oppression. And where once you had the freedom to object, to think and speak as you saw fit, you now have censors and systems of surveillance coercing your conformity and soliciting your submission. How did this happen? Who's to blame? Well certainly there are those more responsible than others, and they will be held accountable, but again truth be told, if you're looking for the guilty, you need only look into a mirror. I know why you did it. I know you were afraid. Who wouldn't be? War, terror, disease. There were a myriad of problems which conspired to corrupt your reason and rob you of your common sense. Fear got the best of you, and in your panic you turned to the now high chancellor, adam sutler. He promised you order, he promised you peace, and all he demanded in return was your silent, obedient consent. Last night ı sought to end that silence. Last night ı destroyed the old bailey, to remind this country of what it has forgotten. More than four hundred years ago a great citizen wished to embed the fifth of november forever in our memory. His hope was to remind the world that fairness, justice, and freedom are more than words, they are perspectives. So if you've seen nothing, if the crimes of this government remain unknown to you then ı would suggest you allow the fifth of november to pass unmarked. But if you see what ı see, if you feel as ı feel, and if you would seek as ı seek, then ı ask you to stand beside me one year from tonight, outside the gates of parliament, and together we shall give them a fifth of november that shall never, ever be forgot.
2 Kasım 2010 Salı
FRAGILE
Gand
31 Ekim 2010 Pazar
...
14 Ekim 2010 Perşembe
KIRILGAN MELEK
Hermann Hesse
4 Ekim 2010 Pazartesi
“GÜN, YILIN BİR ÇOCUK GÜNÜ OLABİLİR"
“Hava çelik bir ustura gibi
Dışarda kar yağıyor
Zemherinin en acımasız günleri
Dışarda kar yağıyor
Öyle masallardaki gibi incecikten
Ya da lapa lapa değil
Döne döne
Buram buram
Dışarda kar yağıyor
Hava ustura gibi soğuk
Minicik elleriyle
Üşümüş ayaklarını ovuşturan çocuk
Geceleyin araba vapurunda ürkek gözlerle
Biletçiyi kolluyor
Dışarda kar yağıyor
Morarmış ellerini
Isıtmaya yetmiyor nefesi
Kimi kimsesi
Gidecek bir yeri yok
Dışarda kar yağıyor
Sırtında paltosu yok
Dışarda kar yağıyor
Ayağında pabucu yok
Dışarda kar yağıyor
Hava soğuk çok soğuk çok
Gün yılın bir çocuk günü olabilir
Yıl dünya çocuk yılı olabilir
Onun bunlardan haberi yok
Üşümüş acıkmış
Sıcacık bir çörek gibi güneşi düşlüyor
Sevilmemiş
Bilinmemiş
Unutulmuş
Dışarda kar yağıyor”
O kendine özgü muhteşem ses ve yorumuyla 30 yıl öncesinden böyle seslenmişti Ünol Büyükgönenç. 1979 Dünya çocuk yılı vesilesiyle yaptığı ve kendisine Altın Mikrofon ödülü de kazandıran “Dışarıda Kar Yağıyor” adlı bu şarkı, 80’li yılların sonunda, büyük bir çoğunluğu Nazım’a ait olan şiirlerin bestelerinden oluşan şarkılarla birlikte o benzersiz “Güzel Günler Göreceğiz” albümünde yer almıştı.
Dünya çocuk yılında, çelik bir ustura gibi havada minicik elleri morarmış, buram buram yağan karın altında gidecek yeri ve kimsesi olmayan, bilinmemiş, unutulmuş bir çocuğun öyküsünü aktarıyordu Ünol Büyükgönenç. Yılın 1979 Dünya Çocuk Yılı olmasının veya günlerden bir çocuk günü (23 Nisan, 20 Kasım, 1 Haziran veya 4 Ekim) olmasının o küçücük çocuğun yaşamında hiçbir önemi olmadığını, o küçük çocuk dahil hepimiz biliyoruz. Çünkü, yoksulluğun ve yoksunluğun nedenleri, takvimde herhangi bir zamana işaret koyarak, herhangi bir günü veya yılı isimlendirerek yok edilemeyecek kadar derinlerdedir. Peki 30 yıl öncesinin Türkiye’sinde çocuklarımıza daha iyi bir yaşam sunamıyorduk da, şimdi, dış dünyaya eklemlendiği, hızla geliştiği, büyüdüğü söylenen modern Türkiye’de durum nasıl? Alın size memleketimden çocuk manzaraları…
Artık sırf ellerinde taş izi var, yüzleri terli diye terör örgütüne yandaşlık suçuyla geride bıraktıkları ömürlerinden daha fazla hapis cezası alan çocuklarımız var…Memuru, müdürü, esnafıyla şehrin ileri gelenlerinin defalarca tecavüz ettiği küçük kız çocuklarımız var…Babasıyla birlikte ayağında terlikleriyle terörist diye tüm vücudu delik deşik edilen 13 yaşındaki Uğur var… Kayıtsız-sigortasız-güvencesiz, ağır işlerde saatlerce çalışan çocuklarımız var…Dışarıda oynarken bir bomba patlaması sonucu tüm vücudu paramparça olan, vücudunun parçaları annesinin eteğinde toplanan 12 yaşındaki Ceylan var…Çocuk yaşlarda evlendirilen, onlara dayatılan geleneklere aykırı davrandığı için resmi kayıtlara “intihar” olarak geçilen ancak aileleri tarafından öldürülen çocuklarımız var…20’li yaşlarda ortalama bir şirkette-bankada üç kuruşa çalışma imkanı bulabilmek için özel okul-dershane-özel ders üçgeninde bir ömürleri geçen çocuklarımız var…Anne-baba-okul-patron-usta şiddetine maruz kalan çocuklarımız var…Doğu-Güneydoğu’dan güvenlik nedeniyle zorla göç ettirilmiş, büyük şehirlerin çeperlerinde aç-korunaksız-sağlıksız yaşamak zorunda bırakılan çocuklarımız var…Köprü altlarında, sokaklarda tinere-açlığa mahkum, tacizlerden tecavüzlerden koruyamadığımız binlerce çocuğumuz var…
Unutmadan söyleyeyim, bir de dünyada sadece bizde olmasıyla övündüğümüz bir çocuk bayramımız var. Ancak ilginçtir; dünyada örneği bulunmayan bu çocuk bayramında, çocuklara hediye olarak bir günlüğüne büyüklerin yerine geçme fırsatı veriyoruz. Tabi ellerine de kendi repliklerimizi tutuşturuyoruz. İyi çocuk olmanın ödülü; çocuk olmamak, büyük olmak! Zaten hep “büyümüş de küçülmüş” diye tanımlanan çocukları daha çok sevmez miyiz? Anlamını bile bilmedikleri kelimelerden müteşekkil kahramanlık şiirlerini hıçkırıklar ve gözyaşları içinde okuyan çocuklar değil midir şiir okuma yarışmalarında (!) ipi göğüsleyenler, sonra da ana haber bültenlerinde ağırlananlar?
Ekim ayının ilk Pazartesi’si Dünya çocuk günü olarak kutlanıyormuş. Bugün, yani 4 Ekim; tam da, “Yılın bir çocuk günü”. Ünol Büyükgönenç’in 30 yıl öncesinden söylediği gibi, çocuklarımızın bundan haberi yok, bilseler bile bunun onlara bir faydası yok. Tıpkı biz büyükler gibi, tıpkı diğer çocuk günleri gibi, 4 Ekim dünya çocuk günü de, çocuklarımızı; açlıktan, tecavüzden, şiddetten, soğuktan, yoksulluktan, ölümden, hapishaneden koruyamıyor. Onlara güzel bir gelecek hazırlamak bir yana, bugünlerini bile güvence altına alamıyoruz. 4 ekim dünya çocuk günü hepimize kutlu olsun…
Gracias A La Vida
3 Ekim 2010 Pazar
LATİN AMERİKA'DAN NOTLAR -2
-Başta polis ve askerler olmak üzere kamu görevlilerin özlük haklarında düzenleme yapılan Ekvator’da asker ve polislerden oluşan bir grubun darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Darbeci polislerin çevresini kuşatmasıyla hastanede rehin tutulan Devlet Başkanı Rafael Correa, Ekvator ordusu tarafından düzenlenen bir operasyonla kurtarıldı.
-Şili’de yerin 450 metre altında mahsur kalan madencilere yönelik kurtarma çalışmalarında madencileri kurtaracak üç kapsülden birinin madencilere ulaştığı bildirildi. Kapsüllerde ihtiyaç maddeleri ve oksijen tüpü yer alıyor.
-Venezüella’da yapılan parlamento seçimlerinde Hugo Chavez’in Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi, 165 sandalyeli parlamentonda 95 sandalye kazanarak çoğunluğu elde etti.
-Eşcinsel evliliklere izin veren ilk Latin Amerika ülkesi olarak tarihe geçen Arjantin’de, şimdi de kürtajın yasallaşması için gösteriler düzenleniyor.
- 1946-1948 yılları arasında Guatemala vatandaşlarının ABD’de frengi araştırmalarında denek olarak kullanılmasının ortaya çıkması üzerine Başkan Obama, Guatemala Devlet Başkanı Alvaro Colom’u telefonla arayarak resmen özür diledi. Ancak Alvaro Colom, uygulamaların soykırıma eşdeğer olduğunu ve hükümet olarak olayın aydınlatılması için ellerinden geleni yapacaklarını belirtti.
Gracias A La Vida